Hiç tanımadığım, hasbelkader masamıza davet alan fiyakalı arkadaş, bolca içip kafayı hoş kuldıktan sonra anlatmaya başladı.
“Olmağıyor be abi, arkanda bir torpilin dayanağın yousa, hiş biri da seni sallamağıyor’ dedi.
Ve şöyle devam etti:
Hikayenin gerisini, yine onun ağzından ama ağız Türkçesiyle değil, kendi üslubumca anlatacağım.
“Baktım öyle olmuyor ben de düzene ayak uydurdum. Biraz geç akıllanmış oldum, olsun, zararın neresinden dönersen o kârdır’ dedi.
Boynunda sarkan, tuhaf renkli, alacalı kravatın altında, şişkin göbeğinden ötürü patlayacak gibi duran, gerili iliklerinden fırladı fırlayacak gömlek düğmelerine takılıydı gözüm.
İrice bir şeftali kebabını ağzına atıp, bir iki çiğneme sonrası yuttu. Pahalı viskisinden avurt dolusu bir yudum aldı.
Beyaz keten gömleğinin iki yakası, kalın enseye orantılı sarkan gerdanından ötürü bir araya gelecek gibi durmuyordu.
Viskisinden kocaman bir yudum daha aldı. Kasıla kasıla, filan parti için çok koşturdum. Bilmem ne partisinden milletvekili ahbabım var. Bir arkadaşım el altından bir bakanla tanışmam için meyhane muhabbeti ayarlıyor.
Karşılıklı aynı masada bir iki bodiricik gonyag tokuşdurursag tamamdır bu iş, diye anlatıp duruyordu.
Yüksek rütbeli bir polis ve bir de komtan arkadaşı varmış. Devlet Dairelerinin Müdürlerini amirlerini ve odacılarını hep tanırmış. Elinde mühür tutan bir çok yetkili memurla bir şekilde ahbaplık kurmuş. Her işi bekletilmeden tıkır tıkır halledilirmiş.
Bu grupla arada bir buluşur, kitap, edebiyat, siyaset ve kültür konuları konuşur, en son şiirle muhabbeti kapatırdık.
Bu adam kimdi? Neye hizmet ediyordu?
Üstelik entelektüel kimliğine hayran olduğum dostumla ne işi olurdu?
Herkes susmuş sessizliği dinliyordu. Masanın uzak noktasında oturan, yaşça hepimizden en az beş yaş büyük ve mertebece hepimizden ala olan bu arkadaş, biraz da yüksek tonda, çığlıkımsı bir sesle “E hade be Candaş gardaş, bir şiircig patlatmaycan böyce” dedi.
Kendisini hayatımda ilk defa görüyordum.
Şiir isteğini atlattım, çünkü sipariş şiiri sevmezdim.
Çok aldırış etmeden konuşmaya devam etti…
Meyhanenin sahibi de ahbabıymış. Bir telefonda sahneye en yakın masayı rezerve edebilirmiş.
Arada bir bu meyhaneye gelip müzik yapan alaturka saz ekibinin şefiyle de bir yakınlık kurmuş. İstediği şarkı anında çalınırmış.
Be gardaş, duruma-devire göre hareket edecen, annan” dedi. Partili olmaycan, ama hepsinin da yanındaymış gibi duracan. Kim güçlüyse onunla yürüyecen.
Sağ’mış solmuş, eyriymiş/dovruymuş omurun olmaycak.
Türkiye’den yeni gelen bir iş adamıyla kısa sürede güzel bir ortaklık kurmuş. Adam içkiyi sevmez ve içmezmiş haram dermiş. Ortaklıkları kazançlıymış, Çin’den ucuz ne bulurlarsa getirir. Kıbrıs piyasasında Türkiye piyasasının iki katı dazla fiyatına satarlarmış.
Gümrükçü ahbapları varmış. Gelen tırlar konteynerler şöyle dursun, ilk onun malları halledilirmiş. Müdürler, müsteşarlar, müşavirler bile bilir beni, dedi..
Hepsinin da mitinglerine, düğünlerine, cenazelerine gider, hiç birini kaçırmazmış.
“Hepsiynan fotoraflarım vardır, dut TC. elçisinden, meclis başkanının şöförüne gadar hepsiynan gucak gucağa sarılırkana fotoğraflarım var” diyerekten durmadan telefon ekranını masadakilere doğru uzatıyordu.
Fotoğraflardaki sembolik parmak işaretlerinin hepsinin hakkını vermişti. Bozkurt, Viktorya, Rabia, Barış ve biz Kıbrıslıların çok iyi bildiği, orta parmağın diğer parmaklar arasında şaha kalkmış olanı bile vardır.
Bana en enteresan gelen fotoğraf Annan planı döneminde çekilmiş olanıydı. Karta basılı bu fotoğrafın fotoğrafını çekerek mobil arşivinde taşıyacak kadar önemsiyordu.
Fotoğrafta, otuzlarının sonunda görünüyordu, üzerinde CHE fotoğraf baskılı bir tişört. Ayağında postallar, postallar lüks cibinin tekerleğinde, elindeki flamada dalgalanan kocaman bir AB bayrağı vardı. İki dudak arasında devasa boyutlarda bir Havana prosu…
Çok enteresan bir şahsiyetti. Aradan geçen geçen yirmi yıla rağmen hala kendini bulamamış gibi görünüyordu.. doğru ya, karganın zamanla asil bir kartala dönüşmesi görülmüş şey miydi?
Adam ne Amerikancı emperyalistlere, ne de Rusyacı sosyalistlere benzemiyordu. Hilal bıyıklı, komünist favorili ve boynunda da ikiye bölünmemiş Kıbrıs haritalı altın kolye ile beraber, yanında ay yıldız sarkıyordu.
Yanında Afrikalı öğrenciler, Pakistanlı işçiler ve Türkmenler çalışıyormuş. Kürtleri çok sever, Türklere güvenmezmiş. Türkler hırsızmış. Üstelik yanında çalışan yabancıların hiç biri artış isteyerek sinirlerini bozmuyormuş..
Daha fazla tahammül edemeyecektim bu adama. Çaktırmadan çantamı alıp masadan kalktım. Dışarı çıktım, derince bir nefes alıp gökyüzüne baktım. Milyonlarca yıldız, ay hilal.
Meyhane evime yakın sayılırdı. Aracımı otoparkta bırakıp eve doğru yürümeye başldım.
Gençlerin geceleri çok rağbet etmeye başladığı Belediye Bulvarında yürüdüm. Arabeski rap, tekno rap ve fantezi rap dinlemeyi tercih eden gençlere aldırmadan yürüdüm.
Sinan Özen devasa bir hoparlörde çığlık atıyordu “Kapına Kırmızı bir gül bıraktım” diye çığlık atıyordu.
İbrahim Tatlıses “Tutun kollarımdan düşerim şimdi, yalnızım dostlarım” diyordu avaz avaza..
Orhan Gencebay, batsın bu dünya şarkısını mırıldıyordu.
Ve araya yine, çok hızlı, ne söylediği belli olmayan, sadece, kullandığı kelimelerde ardışık ses benzeşmesi olan rapçı gencin sesi giriyordu.
Her ne halse, onca laf salatası arasından sadece küfürleri anlıyordum.
Ben mi dünyanın ve yaşamın başka bir evresine geçiş yapmıştım yoksa dünya çok mu hızlı dönüşüyordu.
Ben mi çok içip içerlenmiştim, yoksa her şey normaldi de ben mi anormaldim, ayırt edemiyordum.
Kıbrıs’ımdan, Lefkoşa gecelerinden, garip, tuhaf bir insan hikayesiydi işte.
Kabus sandım, uyandım, gerçek olduğuna inanamadım.