1974 Barış Harekatı’nın 50. yılında Hasan Taş tarafından düzenlenen etkinlikte Türk sinema tarihinin yakışıklı beyfendisi, efsanevi aktörü Ediz Hun, 74 harekatının ve neticesinde tüm Kıbrıs’ın ve Doğu Akdeniz siyasetinin kaderini değiştiren kahramanların efsanevi komutanı, 1. Komando Tabur’unun komutanı Cemal Ergun Eruç Paşa, bazı gaziler ve şehit aileleri bir araya geldiler…
Hasan Taş’ın özellikle 1974 yılında yaşananları canlı tutmak için yıllardır yaptığı etkinlikleri önce sosyal medyadan takip etmiştim, ancak bu etkinliklerde tarihin gizli kalmış gerçeklerinin adım adım ortaya çıkmaya başladığını fark ettikten sonra, son birkaç yıldır ben de şahsen etkinliklere katılmaya ve adım adım takip etmeye başladım.
İyi ki de katılmaya başlamışım!
Başta, sadece Beşparmaklardaki o dehşetli savaşta kendilerinden en az dört kat daha güçlü bir düşmanı yenen ve sonra da harekatın sonunda Lefke’ye gelip bizi kurtaran Cemal Eruç Paşamız olmak üzere, hem her zaman tanışmak istediğim insanlarla tanıştım, hem de 1974 ile ilgili aklımda takılı kalan birçok sorunun cevabını da bu etkinlikler sayesinde, hem de net şekilde, bulma fırsatlarını yakaladım.
Bu son etkinlikte de adını aldığım, Türk sinemasının beyfendisi, efsanevi aktörü Ediz Hun ile de yakından tanışma ve imkanlar elverdiğince sohbet etme fırsatını da buldum.
Kendisi Türk sinemasının en başarılı aktörlerinden biri olarak kabul ediliyor, ancak yakın temasta, insan olarak vasıflarının ve erdemlerinin bu kadarla da kalmadığını, kusursuz bir eğitimci, çağdaş ve duyarlı bir çevrebilimci ve insani ilişkiler ustası olduğunu da değil dakikalar, saniyeler içinde anlayabiliyorsunuz.
Öğretmenliği ve aktörlüğü kusursuz bir beceriyle harmanlayıp, samimi insani hassasiyet ve erdemleriyle, hitabetteki ustalığıyla, karşısındakileri adeta büyüleyebilen o ender insanlardan biri, Ediz Hun…
50 yıl önce Türkan Şoray ile birlikte Kıbrıs Türk Alayı’nı ziyarete gelmişler, 50 yıl sonra o ziyaret tekrarlandı, ancak sağlık sorunları sebebiyle Türkan Şoray yoktu…
Yine de Türkan Şoray’yın eksikliği pek hissedilmedi, kendisi telefonla bağlanarak iletişim kurdu, sesini duyurdu…
50 yıl önceki ziyaretlerinde, Kıbrıs Türk Alayı’nda birlikte oldukları, fotoğraf çektirdikleri bazı eski askerler de bu etkinliğe katıldılar, ancak katılamayanlar da vardı…
50 yıl önce çekilen fotoğraflarda yer alan Bayram Gümüş, Zeki Alpsoley, Ülkü Akbulut ve daha bazı askerler birkaç ay sonra patlak veren savaşta maalesef şehit düşmüşlerdi.
Kıbrıs Türk Alayı gazinosunda gerçekleştirilen ve duygusal anların tavan yaptığı törende şehit düşen askerlerin aileleri, anneleri, eşleri, çocukları da vardı ve aradan geçen zamana rağmen acı hiç dinmemişti, acı aynı acıydı; kaybedilen evlat acısıydı, baba acısıydı, eş acısıydı, oğul acısıydı…
Beşparmaklarda iki tam donanımlı, mükemmel şekilde mevzilenmiş ve silahlanmış Rum-Yunan komando taburuna karşı Yarbay Cemal Ergun Eruç komutasındaki 1. Komando Taburu’nun iki bölüğünün savaş tarihindeki kısa ama en sert ve arazi yapısı nedeniyle en zorlu çarpışmalarından birine giriştiği ve düşmanı yendiği savaş alanları da ziyaret edildi…
İnsanın değil savaşmak, yürümekte bile zorlandığı Beşparmakların kayalık zirvelerinde iki gün boyunca, yer yer göğüs göğüse olmak üzere, Türk ve Rum-Yunan komandoları arasında dehşetli bir savaş yaşanmıştı.
Birinci Komando Taburunun iki bölüğü önce pusuya düşürülmüş, çembere alınmıştı, çemberi yarma harekatına girişen Türk komandoları 7 şehit, 21 yaralı vermişler, çemberi yarıp ölüm tuzağından çıktıktan sonra ise karşı saldırıya geçmişler, sarp kayalıklarda iki gün süren dehşetli bir savaştan ve toplamda subay, astsubay ve erlerden 21 şehit verdikten sonra Rum-Yunan taburlarının tüm mevzilerini tek tek ele geçirmişler, Rum-Yunan komando taburlarının çok büyük bir kısmını imha etmişler, tüm harekatın kaderini değiştirmişler ve Türk kuvvetlerinin çok daha fazla zayiat vermesini de engellemişlerdi.
Beşparmaklarda Rum-Yunan komando taburlarına karşı girişilen komando harekatı, normal şartlarda başarılması imkansız bir harekattı, çünkü düşman sayıca en az dört kat daha güçlüydü, mükemmel mevzilenmişti, çok iyi silahlıydı ve hazırlıklıydı, ve her şeyden öteye, tarifsiz bir Türk düşmanlığıyla doluydu, ve yine, tarifsiz derecede acımasız, onursuz, vicdansız, hunhar ve kalleşti…
O savaşta Rum-Yunan güçlerinin eline düşmek, vahşice öldürülmekle eş anlamlıydı, çünkü o taburlarda görev alan fanatik Rumlar insan veya asker değil, hunharlıkta cehennem zebanilerini bile aratmayacak kadar vahşi, vicdansız, onursuz ve acımasızdılar.
Ancak Türk Silahlı Kuvvetlerinin komandoları da mükemmel şekilde eğitilmiş, en zorlu arazi şartlarına dayanabilecek güce ve ruha sahip, emir aldıkları anda cehenneme girip de şeytanın kuyruğunu kesebilecek nitelikte ve cesarette, düşmandan önce ölüm korkusunu yenmiş, ölümle karşı karşıya geldiklerinde bile vatanı ve milleti için son nefesine kadar çarpışacak askerlerden oluşuyordu.
Bu savaş, bir başka deyişle, vatanını ve soydaşlarını korumak için savaşa giren asil leoparlar ile çocuk çoluk demeden Türk kanı içmek için bir araya toplanan ve her fırsatta da bunu yapan Rum- Yunan toplumlarının en hunhar, acımasız ve ahlaksız mahlukatlarından oluşmuş sırtlanların savaşıydı…
Sırtlanların sayısı leoparlardan en az dört kat daha fazlaydı, üstelik Beşparmakların her yerindeydiler ve çok iyi mevzilenmiş, çok iyi silahlanmışlardı, dağların en sarp yerleri Türk komandolarını ve mücahitleri her yerden ve her açıdan çapraz ateşe alabilecek şekilde makineli tüfeklerle donatılmıştı…
Diğer taraftan, her bir leopar hiç bilmediği, çok zorlu ve nerdeyse her karışı tuzaklarla dolu bir arazide, en az dört sırtlanla aynı anda savaşmak zorundaydı…
Yaklaşık iki gün ve gece süren Beşparmak çarpışmaları, süre olarak kısa da olsa, bilinen savaş tarihinin en zorlu arazilerinden birinde, kayalık dağ zirvelerinde ve kaynar güneş altında yapılmış en şiddetli ve güç bakımından en orantısız çarpışmalarından biriydi.
Normal şartlarda Türk askerlerinin böylesine çetin bir savunma hattı oluşturmuş ve kendisinden dört kat fazla, üstelik de her türlü acımasızlığı ve ahlaksızlığı gösteren bir düşmana karşı böylesi bir arazide başarı sağlaması beklenemezdi.
Ancak Yarbay Cemal Ergun Eruç komutasındaki efsanevi 1. Komando Taburu’nun askerlerinin her biri, sırtlarındaki leopar desenli üniformalarıyla, karşılarındaki sırtlanlanların üzerine gerçek birer leopar gibi atıldılar ve savaş tarihinin en dehşetli çarpışmalarından birinden başarıyla çıktılar, 21 şehit ve onlarca yaralı pahasına sırtlanların büyük bir bölümünü yok ettiler, geriye kalanları da Beşparmak dağlarından aşağıya sürdüler ve tüm harekatın kaderini değiştirdiler.
Sırtlanların kayıpları tam olarak bilinememekle birlikte, Beşparmaklar savaşından sağ çıkabilen Rumların anlattıklarına bakılırsa, yaklaşık 700 cıvarındadır, ki bu da her türlü stratejik üstünlüklerine rağmen Türk komandoları karşısında nasıl bir yıkım ve hezimet yaşadıklarının göstergesidir…
Sırtlanlar toparlanıp da batı Beşparmaklardan son bir saldırı daha başlattıklarında, leoparların pençeleri karşısında bir kez daha darmadağın oldular ve son çare olarak, sağ kalanlar kuyruklarını kıstırıp kaçtılar, kaçarken de tıpkı atalarının Anadolu’da Türk ordusunun önünden kaçarken yaptıkları gibi, önlerine çıkan masum çocukları, kadınları ve sivilleri katlettiler…
Çok muhtemeldir ki daha sonra Atlılar, Muratağa ve Sandallar’daki katliamları gerçekleştirenler de Beşparmaklardaki hezimetten kurtulup da kuyruk acısının intikamını çocukları, kadınları, yaşlıları hunharca katleden ahlaksız katiller çetesidir.
Adanın dört bir köşesine yayılmış, çoğunluğu Kuzey Kıbrıs’ta olan şehitlikler, ve Atlılar, Muratağa, Sandallar köylerindeki boş okullarda çocuklarını bekleyen boş sınıflar, sıralar, sandalyeler, işte bu insanlığın yüzkarası, gerçek askerlerin karşısında darmadağın olup, çocuklar karşısında aslan kesilen, gücü ancak çocuklara yetebilen sırtlan kılıklı mahlukatların eseridir…
Bir diğer deyişle, bu katliamları yapanların, leoparlara güçleri yetmeyince, ellerine geçirdikleri leopar yavrularını parçalayan kudurmuş sırtlanlardan, çakallardan farkları yoktu…
En son kurtarılan Türk bölgesi Lefke idi, Lefke’yi kurtarmak da yine 1. Komando Taburuna ve Yarbay Cemal Eruç’a nasip oldu, üzerinde Türk bayrağı çekili cipi, yanında üsteğmeni Işık Koşaner ve yakın zamanda rahmetli olan mücahit rehber Ahmet Köroğlu ile en önde Lefke’ye girdi ve önümüzden geçti…
O anda bizim için yaşam ve özgürlük yeniden başlamıştı…
Ardı ardına gelen askeri araçlar ve tanklar önümüzden geçerken insanlar onlarla birlikte sevinçle koşuşturuyordu, çocuk çoluk demeden herkesin elinde irili ufaklı Türk bayrakları vardı, sevinç kelimelerle tarif edilemeyecek boyuttaydı, duran araçlardaki askerlerle halk kucaklaşıyordu, yıllarca süren azaptan sonra kurtuluşun, özgürlüğün, artık susan silahların, ölümün değil yaşamın sevinci yaşanıyordu o sıcak Ağustos gününde…
Terden sırılsıklam olmuş, güneşten yüzleri kararmış, üniformaları toz toprak içindeki askerler genellikle su soruyorlardı, bacak kadar boyumla bizimkilerin yanından kaçıp, koşarak eve gitmiş, kocaman yeşil bir bidonu bahçedeki musluktan doldurup, bir de bardak alıp, sürükleye sürükleye yola kadar çıkarmıştım, gelen giden askerler hem içip, hem de mataralarını doldurmuştu, dakikalar içinde bidon boşalmıştı, onlar bize hayatı yeni baştan verirken biz onlara sadece birkaç yudum su verebilmiştik.
16 Ağustos’ta Türk komandoları Lefke’ye girmeden önce Lefke doğu cephesinden yoğun bir bombardıman altına alınmıştı, hangi akla hizmettir bilinmez (biliyoruz da bilmemezliğe geliyoruz), birilerinin aklıyla Rumlara teslim olduktan sonra da ciplerine çektikleri Türk bayraklarıyla sokaklarda dolaşarak hem bir savaş suçu işliyor, hem de Türk bayrağını görünce dışarı çıkanlara ateş ediyorlardı, ki bu durumu bizzat yaşayanlardan ve şans eseri kurtulanlardan biri de benim…
Pencere aralığından karşı tepede, hastane önünden geçen yolda, üzerinde Türk bayrağı olan cipi görünce Türk askeri geldi sanarak sokağa çıkmış, aynı anda da yaylım ateşine tutulmuştuk, niye Türk askerleri bize ateş ediyor diye şaşkın şaşkın bakarken fena halde gafil avlanmıştık, o sırada vurulmamış olmam, bombardıman sırasında da birkaç kez dibimize düşen bombalardan da kılpayı kurtulmuş olmamız bir mucize idi…
16 Ağustos’ta Türk komandolarının gelişi kısa süre önceden haber alınmasına rağmen yaşanan bilgi kirliliği nedeniyle bu bilgiye inanıp inanmamakta tereddütler yaşanmış, Yarbay Cemal Eruç’un cipi üzerinde Türk bayrağı çekili şekilde gelirken ilk görüldüğünde kısa bir tereddüt oluşmuş, acaba Rumlar yine aynı numarayı mı çekiyor diye şüpheye düşülmüş, ancak kısa süre sonra durum anlaşılınca dakikalar içinde tam bir sevinç hengamesi kopmuş, herkes mahalle aralarından Lefke merkezine akın etmişti …
Neticeye gelirsek, yarım asır sonra, Hasan Taş’ın organize ettiği etkinlikte o acı ve azap dolu günler bir kez daha hafızalarda canlandı, hüzünler tekrar tekrar yaşanırken, diğer taraftan, zaman içinde bu etkinliklerde birçok görsel materyal da birikti, birinci ağızdan, doğrudan şahitler tarafından olaylar anlatıldı, tarihe notlar düşüldü.
Bu vakitten sonra yapılması gereken şey, sevgili Hasan Taş’ın başlattığı bu etkinliklerden elde edilen kaynakların ve görsellerin artık daha profesyonelce ele alınması, derlenip toplanması, değerlendirilmesi ve kalıcı, derli toplu bir arşiv ve belgesel oluşturulmasıdır.
Arkasında bunca dert, keder, üzüntü ve ölüm bırakan Kıbrıs sorununa gelince, iki laf da bunun için edelim, eksik kalmasın;
Her iki taraftan da binlerce masum, günahsız insanın ölümüne sebep olan o tarifsiz derecede vicdansız, ahlaksız zihniyet ne yazık ki insan olanın bir başkasına asla yapmaması gereken şeyleri yaptı, yaptırdı, tarihin sayfalarında tarifsiz derecede acı hatıralar bıraktı, ve bugün, ilk olayların başlamasından tam 60 yıl sonra, o çürük, yozlaşmış zihniyetin emperyalizme hizmet eden, ederken de kendi rantlarını gözeten artıkları yüzünden hala iki toplum arasında çözüme ulaşılamadı…
Bunun da en büyük sebebi, Rum tarafının, çok büyük oranda haksız ve mağdur eden taraf olmasına rağmen, dünya çapında sürdürdüğü akılcı politikalarla mağdurları oynamayı iyi becermesi, siyasi aktörlükte bizden daha usta olması, esas mağdur olan taraf olarak ise bizim kafamızı devekuşu gibi kuma gömüp, haklılığımızı ve mağduriyetimizi kendi kendimize boşu boşuna anlatmaya çalışmamız, ve ayrıca, çevremizdeki hemen tüm Müslüman devletlerin de ezeli Türk düşmanlığı sebebiyle Rum tarafının yanında durmasıdır…
Kıbrıs sorunu istenirse, tıpkı Balkan sorunu gibi saatler içinde çözülecek bir meseledir, öyle günlere, aylara, yıllara filan da hiç gerek yoktur…
Yeter ki istek ve irade olsun…
Ancak, bu sorundan tarifsiz bir ahlaksızlık ve acımasızlıkla rant elde edenler doğrudan veya dolaylı olarak her iki tarafın da kaderine hükmettikçe, hükmetme fırsatı buldukça ve varlıklarını da bir şekilde devam ettirdikçe; bu sorun birileri için rant kapısı olmaya devam ederken diğerleri için azap kapısı olmaya devam edecek…