6 Ağustos 1945 Hiroşima felaketinden beş beter olan 6 Şubat felaketi dünya tarihine geçti ama bizim balık hafızalı olmaya alışmış millet tarafından çoktan unutuldu bile…
Tıpkı 1999 Gölcük depremi gibi bağıra bağıra, hatta ortalığı inlete inlete gelen 6 Şubat depremi sonuçları açısından 2. Dünya Savaşı’nı bitirmek için atom bombası atılan Hiroşima ve Nagasaki kentlerindeki tahribattan ve sebep olduğu ölümden çok daha fazlasını yaptı.
1945 Ağustos ayında önce Hiroşima’ya, üç gün sonra da Nagasaki’ye atılan iki atom bombasının ilk bir dakikada sebep oldukları ölüm sayısı tahmini olarak toplamda 140 bin olarak hesaplanmıştı, ancak yıl sonuna kadar bombaların etkilerinden, özellikle de radyoaktif etkisinden ölenlerin sayısı ise Hiroşima’da 140 bini, Nagasaki’de ise 80 bini, toplamda ise 220 bini bulmuştu.
Bu doğal bir felaket değildi, doğrudan doğruya insan eliyle bir savaşı bitirmek, bir ülkeyi pes ettirmek için yapılmıştı ve dünya bu felaketi hiçbir zaman unutmadı…
Daha bir sene önce ise, sonuçları atom bombasından çok daha ağır bir yıkıma neden olan ve iki kenti değil, nerdeyse 11 kenti yıkıp geçen, tarihin de bilinen en büyük depremlerinden biri olan 6 Şubat depremi Türkiye’de yaşandı…
Bu felaketin geleceği biliniyordu, çünkü hem Türkiye bir deprem ülkesiydi, hem de bilim adamları artık depremler konusunda hesap kitap yapıp, şiddetini ve zamanını önceden kestirebiliyordu ve kestirdiler de, bağıra bağıra felaketi haber verdiler, ancak çığlıklarını sağır sultan duydu da kaçak, her biri bir ölüm tuzağı olan, depremin olası etkilerini dikkate alan yasalara ve bilimsel akıla aykırı yapılan yapılara sırf popülizm ve oy devşirme uğruna af çıkarmaktan “pestili çıkan” AKP iktidarı duymadı, duymadı çünkü duymak işine gelmedi…
Kısacası, bilimsel akılla depreme karşı yapılan yasalar, devleti elinde bulunduran AKP tarafından etkisizleştirildi, delik deşik edildi, bilimsel akla ve yasalara aykırı şekilde seçim rüşveti olarak aflar çıkarıldı, ahlaksızların, sahtekarların, vicdansızların, yasa ve adalet korkusu olmayanların önü açıldı, memleket milyonlarca kaçak-göçek yapıyla doldu…
İçişleri Bakanı’nın açıklamasına göre 6 Şubat depreminde 39 bin ölümlü bina yıkımı oldu, yıkılan bu binaların sadece 26 bininde yaşam tespit edilebildi, 13 bininde tespit edilemedi, bu da o 13 bin binada yaşayan herkes kaybedildi demekti…
Kayıp sayısı ise 53 binde durduruldu, önce 50 binden fazla, sonra 53 binden fazla insan kaybımız var denilerek ucu açık bırakıldı!
Yıkımın boyutlarına bakıldığında, bu rakamın onbinleri filan değil, yüzbinleri aştığı apaçık aşikardı…
AKP iktidarı ve depremi hiç dikkate almayan zihniyeti bu felaket karşısında tam anlamıyla çuvalladı, AFAD yetersiz kaldı…
TSK’nın da böylesi durumlarda ani müdahale için tüm yetkileri elinden alındığından ve afetlere karşı müdahale hazırlığı da artık olmadığından, anında acil durum ilan edilip Türkiye çapında tüm belediyeler ve yardımcı olabilecek kurum ve kuruluşlar da tüm imkanlarıyla yardıma çağrılmadığından, yardımlar ihtiyaç olan yerlere zamanında ulaşamadı, kordinasyon diye bir şey de zaten yoktu, tam bir başıbozukluk ve kaos yaşandı, birçok insan yıkıntıların arasında donarak, açlıktan, soğuktan, aldıkları yaralardan kıvrana kıvrana can verdi.
Aramızdaki denizi aşıp da gidemediğimiz için oturduğumuz yerden çaresizlik içinde günlerce bu kaosu seyrettik…
Netice, göz göre göre, tarihin en büyük felaketlerinden biri oldu…
Halbuki, 99 depreminden ders alınsaydı, adalet suçluların, sorumluların cezasını en ağır şekilde verseydi ve bina yapımlarında kanunlara, kurallara, bilime uyulsaydı, 6 Şubat felaketi bu boyutlarda kesinlikle yaşanmazdı…
99 depreminden sonra ne yapıldı peki?
Birkaç suçlu hariç, kimse ceza almadı, alanlar da uyduruk cezalarla yırttı, kısa süre sonra hapisten çıktı, geriye kalan tüm katiller uyduruk bahanelerle sokağa salındı, adalet sistemi resmen çuvalladı, tam bir adalet komedisi yaşandı, sorumlu katiller sürüsünün canına ibretlik şekilde okuyacağına, adeta korudu, kolladı, sokağa saldı…
99 depreminde 30 binlere çıkan ölüm sayısı, sistematik şekilde aşağıya çekildi ve 17 binlerde durduruldu, utanmasalar nerdeyse hiç ölüm yok diyeceklerdi…
O sırada çocukları benim üniversitede öğrencim olan üst düzey bir yöneticiyi aradığımda ve orada neler oluyor, haberlerden doğru düzgün bir bilgi alamıyoruz dediğimde, aldığım cevap “47 saniyede 47 bin ölümüz var Hocam…” şeklinde olmuştu…
Gölcük’te dolgu zemin üzerine inşa edilen bazı binalar doğrudan denizin altına doğru yıkılmış ve hiç kimse kurtulamamıştı…
Duyduklarımdan nutkum tutulmuş, cevap verememiştim, sonra da İstanbul bölgesindeki öğrencilerimizle iletişime geçmeye çalışmış, kimine ulaşmış, kimine ulaşamamış, uğraşa uğraşa haftalar sonra da bazılarını kaybettiğimizi öğrenmiştik.
Gencecik çocuklarımız, evlatlarımız, aileleri, tanıdığımız tanımadığımız onbinlerce insan sırf cehalet ve devletin üzerine düşeni yapmaması, yasaları uygulamaması, uygulatmaması; sahtekarları adeta koruyup kollayan, caydırıcı cezalar vermeyen, tam aksine ödül gibi cezalarla azdıran, suça teşvik eden, yaptığının yanına kar kalacağını uygulamalarıyla ahlaksızlara gösteren, haklıya değil suçluya, kurbana değil katile hizmet eden adaletsiz adalet sistemi yüzünden olmuştu bütün bunlar…
Nitekim sonrasında, sorumlular ve suçlular için açılan davaların çok büyük bir kısmı düşmüş, hemen hemen kimse ceza almamış, alanlar da kısa süre hapis yatıp, elini kolunu sallaya sallaya dışarı çıkmış, bildiğini okumaya devam etmişti.
Bu depremde, temel görevi afetlere müdahale olmamasına rağmen, buna da hazırlıklı olması neticesinde en çok TSK’nın yardımı ve faydası görülmüş, henüz millet olayın şokundayken ve ne olduğunu anlamaya çalışırken bu gibi afetlere karşı hazırlıklı olan onbinlerce asker anında sahaya inmiş ve her yıkılan binada onlarca asker ellerindeki tüm imkanlarla arı gibi çalışmaya, insanları kurtarmaya başlamıştı, ve bu gibi afetlerde can kurtarmak için kritik eşik kabul edilen ilk 48 saat içinde de askerler tarafından binlerce insan enkaz altından canlı çıkarılmıştı.
TSK bu gibi durumlara hazırlıklıydı çünkü “Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma” terimlerinin kısaltılmış hali olan ve o dönemin İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan ile TSK Genelkurmay Harekat Daire Başkanı Korgeneral Çetin Doğan arasında 7 Temmuz 1997’de imzalanan EMASYA protokolü ile belirlenmiş bir görev ve sorumluluğu vardı…
Bu protokol, özetle, valiliğin isteği doğrultusunda, bölgede konuşlu askeri birliklerin üstlerinden emir beklemeksizin terör ve doğal afetlere ani müdahalesini içeriyordu, yani asker valiliğin emrine giriyordu.
TSK 99 Gölcük depreminden sonra doğal afetler konusunda ülkenin karşı karşıya olduğu durumun vahimiyetini kavramış, bu gibi durumlarda hemen müdahale etmek için DAK adı verilen özel bir arama kurtarma birliği de kurmuştu.
Buna daha sonra Jandarma Komutanlığının kurduğu ve halen görevde olan Jandarma Arama Kurtarma birliği JAK da eklenmişti.
Bu uygulama aslında dünyanın tüm askeri kurumlarında vardı ve asker doğal afetlerde hazır kuvvet olarak görülüyordu, buna göre de teşkilatlandırılıyordu.
Kısacası, tüm dünyada silahlı kuvvetlerin birincil ve asli görevi yurt savunmasıyken, ikincil görevi de bölgede devletin ilgili resmi kurumunun talebiyle yurt içindeki doğal afetlere müdahale ve yere kolluk kuvvetleri ile yardımlaşma içinde asayişi sağlamaktan ibarettir.
İşte AKP iktidarı, hangi akla hizmettir bilinmez, TSK’nın bu hayati derecede önemli rolünü ortadan kaldırdı ve doğal afetler konusunda tüm yetkiyi sadece küçük çaplı afetlere müdahale edebilecek bir kapasiteye sahip olan AFAD’a ve iktidara yakın olan bir çetenin babasının çiftliği gibi kullandığı, deprem felaketinde perişan olan vatandaşa çadır ve gıda satmaya kalkışan Kızılay’a devretti.
Deprem felaketinde anlaşıldı ki Kızılay gibi şanlı geçmişi olan bir kurum, tam anlamıyla birileri tarafından çiftlik gibi kullanılıyor, söğüşleniyordu, yeteneklerini çoktan kaybetmişti ve onların yapması gerekeni sivil toplum örgütleri yapıyordu, halk ise yardım konusunda artık devlete ve devletin kurumlarına değil, sivil toplum örgütlerine güveniyordu.
AKP iktidarı çuvallamıştı, hem de feci şekilde çuvallamıştı ve bedelini de felaket bölgesindeki mağdur vatandaşlar ödüyordu.
Ama felaketi bu boyutlara taşıyan sadece bu akıl almaz durumlar değildi, felaketin sırf akıl tutulmasından kaynaklanan bir ana sebebi daha vardı: Bir tarafta, büyük bir doğal afet durumunda tamamen yetersiz, amacının dışına çıkmış kurumlar ve müdahale ekipleri vardı, diğer tarafta ise AKP iktidarının Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir akıl tutulmasıyla ülke ve millet tarihinde yaptığı en büyük kötülük vardı; yasaları, kuralları, bilimi, ülkenin karşı karşıya olduğu doğal risk gerçeklerini ve bas bas bağıran bilim insanlarının uyarılarını hiçe sayarak, sırf siyasi rant uğruna zırt pırt çıkardığı imar afları sebebiyle deprem bölgeleri ve ülkenin dört bir tarafı ahlaksız, sahtekar, vicdansız, kural tanımaz, adalet ve Tanrı korkusu olmayan, zırcahil insan müsveddeleri tarafından milyonlarca kaçak, göçek, her biri tam bir ölüm tuzağına dönüşen bina müsveddeleri ile doldurulmuştu, ki resmi kayıtlara göre affa uğrayan bina müsveddesi, önemli bir bölümü 6 Şubat deprem bölgesinde olmak üzere, sayısı 3 milyonun üzerindeydi…
Sadece Hatay’da, Hatay Cumhuriyet Başsavcısı’nın açıklamasına göre, ölümlü yıkım yaşanan 1759 binanın 975’i tamamen kaçaktı, ki kaçak olmayanlar bile kanuna, bilimsel kurallara göre yapılmadıkları ve muhtemelen de yapımları sırasında kamudaki sorumlular tarafından denetlenmedikleri için yıkılmışlardı…
Böyle bir durumda, 39 binden fazla bina müsveddesinin yerle bir olduğu 6 Şubat depremi gibi bir felakette, on milyon kişilik tam donanımlı bir arama kurtarma ordusu bile yetersiz kalırdı…
Resmi kayıtlara göre 1999 Gölcük depreminden sonra ve 6 Şubat 2023 felaketinden önce ülkede ağır yıkıma ve ölümlere sebep olan 10 deprem meydana geldi, toplamda 151 bin bina yıkıldı, onbinlerce (gerçek rakam herhalde yüzbinlerdir) can kaybı yaşandı ve sadece ve sadece 5 kişi, ki biri de Veli Göçer idi, adalet önünde göstermelik cezalar aldı, Veli Göçer de sadece 7,5 yıl yatıp çıktı…
Hiç kimse yaşanan felaketlerden ders çıkarmadı, hem devlet hem de adalet sistemi fena halde çuvalladı, insanlar göz göre göre katledildikleriyle kaldılar, adalet çuvallayınca memlekette ne kadar sahtekar varsa iyice azdı, her biri sahtekarlık, ahlaksızlık abidesi, bir ölüm tuzağı olan, milyonlarca bina müsveddesi birbiri arkasına memleketin her köşesinde dikilmeye devam etti.
İşte bu yüzden de, bağıra bağıra geliyorum diyen 6 Şubat felaketinde 39 bin ölümlü bina yıkımı olurken, yüzbinlerce insan yıkıntılar altında kalırken ve milyonlarcası da perişan olurken akıl tutulmasına uğrayan AKP iktidarı derhal ulusal seferberlik ilan edip, aynı anda da bütün dünyadan yardım isteyeceğine duruma aval aval baktı, yardıma koşan muhalefet belediyelerine bile engel çıkarmaya çalıştı, süreci hiçbir şekilde idare edemedi, feci şekilde çuvalladı ve bu çuvallamanın bedelini de felakete uğrayan bölgelerdeki vatandaşlar ve biz, Kıbrıslı Türkler, çok acı ve kaldıramayacağımız kadar ağır bir şekilde ödedik, sayısız tanıdığımızı kaybettik, yaşasak da ölenlerle ruhen öldük.
Felaketin ardından bazı tutuklamalar oldu ama aradan 14 ay geçmesine rağmen sadece tek tük cezalar verildi, o da bilinçli taksir üzerinde gitti, onlarca insanın katilleri yine sadece birkaç yıl yattığıyla kalacak, bu kafayla gidilirse onbinlerce, belki de yüzbinlerce insanın katillerinin aldıkları cezalar ceza değil adeta ödül olacak, inşaat sektöründeki sahtekar katiller azdırıldıklarıyla kalacaklar…
Devlet kanadında, idarede, belediyelerde özellikle inşaatları denetlemeden, izinlendirmeden sorumlu olan hiç kimse, bırakın yargı önüne çıkarılmayı, henüz itham bile edilmedi, ki bu da akıl almaz bir rezalet, insanlığın ve adaletin siyaset eliyle katledilişidir…
Anlayacağınız, millet bu tarifsiz dehşetteki felaketi unutmaya meyillenirken, adalet sistemi de bir kez daha kör topal gitmeye başladı, ateş ise düştüğü yeri yaktığıyla kaldı…
En büyük katliamlardan bir tanesi Adıyaman’da İsias denen otel ucubesinde yaşandı, 35’i Kıbrıslı Türk kolej öğrencisi sporcular, öğretmenleri ve aileleri olmak üzere, toplamda 72 can on saniye içinde tam bir moloz yığınına dönen, tepeden tırnağa bir sahtekarlık abidesi olan otel müsveddesinin altında kaldı, neye uğradıklarını anlamaya vakitleri bile olmadı.
İsias denen otel ucubesi önce aile apartmanı olarak tepeden tırnağa binbir sahtekarlıkla, her türlü malzemeden çalıp çırparak, projesinin en ufak bir ayrıntısına bile uyulmadan, tam bir cehalet ve sahtekarlık örneği olarak inşa edildi, sonra karkası yıllarca atıl durumda kaldı, zaten hiçbir standarda uymayan malzemesi iyice eriyip çürüdü, sonra bazı ahlaksızlar hemen yıkılması gereken bu bina müsveddesini otele çevirdi, üstüne üstlük üzerine kaçak kat çıkılarak ekstradan yük bindirildi, yetmedi, bir de dıştan giydirme yapılarak daha daha ekstradan yük bindirildi, projede görülen arka kolonlardan bazıları zemin kattan kesilerek araba park yeri yapıldı, girişteki kolonların bazıları da kesilerek alan açıldı, üstüne asma kat yapıldı, bir de bina içine uyduruk bir asansör montajlandı, zaten tepeden tırnağa sahtekarlık abidesi olarak yapılan bina müsveddesi artık tekme atsan yıkılacak hale getirildi, ama yetmedi, kendiliğinden bile her an yıkılma tehlikesi olan bu ölüm tuzağına bir de 4 yıldızlı otel izni verildi, hiçbir şeyden habersiz olan insanlar tam bir ölüm tuzağının içine dolduruldu!!!
Neticede, bu cehalet, ahlaksızlık ve sahtekarlık abidesi daha depremin ilk saniyelerinde, kaçınılmaz şekilde, kumdan kale gibi saniyeler içinde yerle bir oldu, 72 canımızı ezdi.
Sahipleri ve yapımdan, projeden sorumlu birkaç kişi tutuklandı, tutuklananlar kıyameti kopardı, hiçbir sorumluluk kabul etmedi, mahkemede de tam bir yalanlar dizisi izledik; kimse suçlu değildi, sahiplerine göre suçlu depremdi, inşaat mühendisi inşasında sorumlu olduğu binanın sahibini tanımadığını iddia ediyordu, oğul Efe ifadesinde suçu babası Ahmet Bozkurt’a yönlendiriyordu, kısacası, tıpkı o toplu katliam tuzağını inşa ederken yaptıkları gibi, ahlaksızlığın, sahtekarlığın biri yine bin paraydı…
Mahkeme Karadeniz Teknik Üniversitesi’ne bir bilirkişi raporu hazırlattı, bu raporda binanın yapımında projeye hiçbir şekilde uyulmadığı, kullanılan malzemelerin de tamamen adi ve yetersiz malzeme olduğu yazıyordu, yani bu bina müsveddesini yapanlar ve denetleyenler bile bile, göz göre göre, malzemeden çalarak ve bilimsel akıldan da uzak durarak, projeyi de kör çar ederek, tam bir ölüm tuzağı yaratmışlardı ve kamuda, belediyede bu ölüm tuzağını denetlemekten sorumlu olanlar da buna göz yummuşlardı, üstüne üstlük bu sahtekarlık abidesine bir de dört yıldızlı otel izni verilmişti…
Mahkeme KTÜ raporuyla yetinmedi, bir rapor da Gazi Üniversitesi’nden istedi, nedense!
51 sayfalık raporda kanunlardan kurallardan, otelin projesinden bahsedilirken en sonunda birkaç cümle ile otelin projesi ile imalatının uyumsuz olduğu, kısacası, projeye uyulmadığı, proje dışına çıkıldığı, kalitesiz malzemeyle, bilimsel akıla ve kurallara uyulmadan inşa edildiği ve bu yüzden de depremde yıkıldığı ifade edildi.
Amma ve lakin, raporu hazırlayanlar projenin minimum şartları sağladığı ve projede eksiklik olmaması sebebiyle BU PROJENİN YAPIMINI DENETLEMEKTEN DE SORUMLU OLAN AMA DENETLEMEDİĞİ GAYET AÇIK OLAN Belediye Yapı Kontrol Birimi’nin, YAPI KONTROL BİRİMİNDE SORUMLULUĞU OLAN İmar İşleri Müdürü’nün, Ruhsat Büro Şefi’nin, Belediye Başkan Yardımcısı’ının, İmar İşleri Müdürü’nün, Ruhsat Büro Şefi’nin KUSURSUZ, Statik Proje Müellifi ve İnşaat Mühendisi’nin ise TALİ KUSURLU sayılmasını önerdi…
Kısacası,bu raporu hazırlayanlar, nihayete vardıklarında kendi kendileriyle feci şekilde çelişirken, bir taraftan uygulamadaki hataları (ki ispata bile gerek yok, binanın tam bir sahtekarlık abidesi olarak inşa edildiği ve nasıl yıkıldığı noktasında her şey o kadar açık ve net iken…) KTÜ net şekilde ortaya koydu diye, MECBUREN ifade etmek zorunda kalıp, diğer taraftan da bulgularda ve olgularda kendi kendileriyle çelişerek, İsias denen ucubeyi denetlemekten sorumlu olup da görevini yapmayanları acınası derecede sırıtan, bilimsel akılı katleden, bilimsel akılı katlederken ve kendi kendileriyle çelişirken insanlığın katledilişine de çanak tutmaya çalışan, ısmarlama olduğu her halinden belli olan bir gayretkeşlik ve acemilikle aklamaya çalışmışlardır…
Bu rapora imza atıp da BELEDİYENİN YAPI KONTROL BİRİMİNDE SORUMLU OLANLARI aklamaya çalışan “acınası durumdaki” şahısların, ki bunlara akademisyen demek akademisyenliğe yapılabilecek en büyük hakarettir, bilerek ve isteyerek unuttuğu şey, AHLAK denen kavramdır…
Bu raporla önce bilimsel ahlak katledilmiş, sonra da insanlık bir kez daha katledilmiştir!
Hem yapı kontrol birimi sorumlusu olacaklar, hem sorumluluklarını yerine getirmeyecekler, nerdeyse kendiliğinden yıkılacak hale gelen, her türlü sahtekarlıkla yapılan ve hizmete sokulan bir bina müsveddesini gerektiği gibi denetlemeyecekler, hizmete sokulmasını engellemeyecekler, sadece kağıt üstündeki projeye bakarak, yapımında her türlü sahtekarlığı göz ardı edecekler ve kullanımına izin verecekler, sonucunda ise göz göre göre bir katliam yaşanacak, ve üstüne üstlük, inşaatı tepeden tırnağa bir sahtekarlık abidesi olarak yapanlar gibi, yapımında gerekli denetlemeyi yapmadıkları için bu katliamın birinci derece sorumluları olarak, bir de KUSURSUZ sayılacaklar!!!
Bu fiyasko yetmemiş gibi, her ne kadar Gazi raporu KAMUDA SORUMLU OLANLARI AKLAMA GAYRETİNE DÜŞMÜŞ ACINASI BİR FİYASKO olsa da, yine de gerçeklerden fazla kaçamamış, mal sahiplerinin ve otel müsveddesinin sahibi olan şirketin asli kusurlu olduğunu MECBUREN tescillemiş, buna rağmen İsias davasına bakan mahkeme de, tam seçim üstü kaşla göz arasında, hiçbir şeyden haberi olmadığını iddia eden inşaat mühendisini ve asli kusurlu sayılan şirket ortaklarından biri olan, binayı yapan yalan ve sahtekarlık abidesi Ahmet Bozkurt’un küçük oğlu Efe Bozkurt’u sessiz sedasız tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakmıştır!
Var mı öyle bir dünya!
Var işte, ahlağın, insanlığın, bilimin, adaletin göz göre göre, bile isteye katledildiği, günah ve Tanrı korkusunun olmadığı zihniyetlerin var olduğu, daha doğrusu var edildiği, Türkiye’de var!
Ahlak öldüğünde bilim, adalet, kanunlar, kurallar, devlet gücü ve nihayetinde insanlık da kaçınılmaz şekilde ölür, dahası, katledilir, NİTEKİM, 99 GÖLCÜK DEPREMİNDEN SONRA YAŞANANLAR VE BUGÜN HALA DEVAM EDEN OLAYLAR SÜRECİ DE BÜTÜN BUNLARIN EN AÇIK KANITIDIR…
Tıpkı İsias ve diğer katliamların yaşandığı 39 bin binada olduğu gibi…
En azından 1999 felaketinden zerre zırnık ders alındaydı, bugün bu felaketleri yaşıyor olmazdık!
Kıbrıslı Türkler olarak, 1974 öncesinde Kıbrıs’ta Rumlar tarafından bize yaşatılan zulmü, her bir tarafımıza düşen bombalardan, üzerimize sıkılan kurşunlardan, ölümden defalarca kılpayı kurtuluşumuzu, çocukluğumuzda ruhumuza, benliğimizin en derin yerine sinen o vahşet sürecini, insanlığın katledilişini, neticede ise cayır cayır yanan bir Ağustos günü tepeden tırnağa ter, barut kokan Mehmetçiklerle kucaklaşmalarımızı, o kurtuluş sevincini hiç unutmadık…
Bir daha bize yaşatılan vahşeti ve dehşeti çocuklarımızın yaşamaması için yemin eden, Türkiye’yi Anavatan olarak gören, gerekirse gözünü bile kırpmadan Anavatan’ı ve yaşamını borçlu olduğu Anavatan’daki kardeşleri için canını vermekte bir an bile tereddüt bile etmeyecek bir nesilden geldik…
O nesil ve o nesilin çocukları şimdi kurtarıcısında peydahlanan akıl tutulmasının, ahlaksızlığın, vicdansızlığın, akılsızlığın, yasa, kural, bilim tanımazlığın kurbanı oldu, dahası, o nesilin hayatı dahil, birçok şeyini borçlu olduğu, can bağıyla, kan bağıyla bağlı olduğu insanların ve onların çocuklarının, torunlarının da topluca katledilişini çaresizce izledi!
İnsanlığı, insan evlatlarını, sırf cehalet, günah nedir bilmeyen ahlaksızlık, vicdansızlık, sahtekarlık, adalet ve Tanrı korkusu tanımazlık yüzünden katledilsinler diye kurtarmazsınız!
Kendi insanlarınızı, kendi kanunlarınızı, bilimsel aklı, adaletin değerlerini, sırf ahlaksızların, vicdansızların, sahtekarların rantı uğruna kurban edemezsiniz!
Yok böyle bir dünya!
Yok böyle bir hak, hukuk, siyaset!
Yok böyle bir adalet!
Eğer varsa böyle bir dünya, orası artık yaşanası bir dünya değil, cehennemin ta kendisidir ve SİZ KENDİ CEHENNEMİNİZİ KENDİ ELLERİNİZLE YARATTINIZ demektir!
Ve ahlağın, adaletin, bilimsel aklın, insanlığın topluca katledildiği o cehennem, er ya da geç, sizi de, sevdiklerinizi de hedef gözetmeden, suçlu suçsuz demeden acımasızca yakacaktır, yutacaktır, kurtuluşunuz yoktur!
Hiroşima’ya, Nagasaki’ye atılan atom bombaları bile böylesine korkunç bir katliama sebep olamadılar…
Ya aklınızı başınıza toplar, ahlaksız, vicdansız, sahtekar katillere acımadan hesap sorar ve başka katliamların önüne geçersiniz; kanunları, kuralları, bilimsel aklı eksiksiz uygulayıp, bir daha böylesi felaketlerin yaşanmaması için gereken tedbirleri acilen alırsınız, TSK’yı da doğal afetlerle mücadele planına yeniden ve daha etkili şekilde dahil edersiniz, ya da kendi elinizle yarattığınız cehennemin kapılarının sizin için yeniden ve acımasızca açılacağı, dünyanın yeniden başınıza yıkılacağı o kaçınılmaz anı beklersiniz, ve kaçınılmaz olarak da felaket yeniden gelir, ahlaksızlığınızın, sahtekarlığınızın, kanun bilim tanımama gayretkeşliğinizin bedelini çok acı bir şekilde ödersiniz…
O an geldiğinde, kendi cehenneminizle baş başa kaldınız ve koruyup kolladığınız, her türlü ahlaksızlığına, sahtekarlığına göz yumduğunuz çürük, kokuşmuş ruhlu ve zihniyetli katillerin katlettiği, katliamına göz yumduğunuz insanların kaderini paylaşacaksınız ve katledileceksiniz, dünya da başınıza yeniden yıkılacak demektir…
Siz katledilmezseniz bile, mutlaka bir tanıdığınız, eşiniz, dostunuz, çocuğunuz katledilecektir, nihayetinde insanlık, çocuklar, analar, babalar, insan evlatları katledilecektir…
Yardıma da kimse gelmeyecektir, gelemeyecektir, çünkü ahlak, insanlık, kanunlar, kurallar, adalet, bilim, vicdan, akıl katledilmiştir ve geriye koruyup kolladığınız, azdırdığınız, çürük ruhlu ve zihniyetli katillerin eliyle, dolayısıyla da kendi elinizle açtığınız cehennem kapılarından, etme bulma dünyasından başka hiçbir şey kalmamıştır…
Hiroşima bile böyle değildi, siz Hiroşima’dan beş beterini kendi ellerinizle yaptınız, cehennemin kapılarını kendi ellerinizle açtınız, şimdi de kapatmak zorundasınız!
Eğer bunu yapmaz ve ahlaksız, sahtekar, ruhlu ve vicdanı çürümüş, kokuşmuş katiller sürüsünü yine aklamaya, paklamaya, ucuzundan kurtarmaya, sokağa salmaya kalkarsanız, er ya da geç, cehennem kapıları sizin için de açılacak, hem de kendi elinizle açılacak demektir…
Unutmayın, kötülük adres sormaz; hangi türden olursa olsun fark etmez, ahlaksızlık en dehşetli bombadan bile daha yıkıcıdır; insani adalet gücünü mağdurdan yana değil de katilden yana kullansa ve yan çizse bile, ilahi adalet kimsenin yaptığını yanına kar bırakmaz…
Bunun adı, özetle, etme bulma dünyasıdır, unuttuysanız bir zahmet hatırlayın!