6 Şubat felaketinin üzerinden tam birbuçuk yıl geçti…
Acı, azap, öfke dinmedi, aksine giderek daha da arttı ve artmaya da devam edecek.
Çünkü onca insan pisi pisine, olabilecek en feci ölüm şekillerinden biriyle öldü, daha doğrusu cehalet, ahlaksızlık, vicdansızlık, haysiyetsizlik abideleri mahlukatlar yüzünden öldürüldü…
Bu tarifsiz derecede büyük katliam ve yıkıma deprem sebep olmadı, bunun tek sebebi ahlaksızlıkta, beyinsizlikte, cehalette, kanun-kural tanımamazlıkta, rant hırsında sınır tanımayan mahlukatlardır, ki bunlar sadece sokakta değil, devletin içinde de her köşeye, adalet dahil, her sistemin içine çöreklenmişlerdir, zehirlerini her şekilde akıtıyorlar ve akıtmaya devam da ediyorlar…
Gören körler duyan sağırlar toplumu olduğumuz için de ateş sadece düştüğü yeri yakıyor, hayatımız sadece yalanlardan ve bu yalanlara bağlı trajik ölümlerden oluşuyor…
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın bir açıklaması vardı, kulaklarımda çınlıyor; deprem anında yıkılan 39 bin binanın sadece 26 bininde hayat belirtisi bulunabilmişti…
Yani 13 bin binada hayat belirtisi bulunamamıştı, yıkılan binaların hemen tümü de apartman türü konuttu, her birinde sadece 10 insan yaşasa, katledilen insan sayısı 130 binin üstündedir, ki hepimiz gerçek rakamın bu rakamın da çok üstünde olduğunu biliyoruz…
Dün TRT haberlerinde deprem ile ilgili 81,632 dava açıldığını, ancak tutuklu sayısının sadece 273 olduğunu duydum, altyazı olarak da geçiyordu.
Yani, 6 Şubat felaketinin doğrudan sorumlusu en az 81,632 doğrudan veya dolaylı katil var, üstelik bu katiller tayfasına devletteki sorumlu katiller dahil edilmemiş, çünkü onlara dava açılma izni henüz verilmemiş, muhtemelen verilmeyecek de…
Yasalara, bilime uyulmadan yapılmış ve depremde kumdan kaleler gibi yıkılmış 39 bin binanın her birine sadece 2-3 sorumlu düşüyor, ama tutuklu sayısı sadece 273 imiş…
Bu rakam aslında 800lere kadar çıkmıştı ama belli ki bol kepçeden tahliye edildiler, sayıları giderek azaldı…
Katiller bilinçli taksirle insan öldürmekten yargılanıyor, alabilecekleri en üst ceza sınırı 22,5 yıl, onun da üçte birini yatıp (eğer yatırlarsa ve çok daha erken bir zamanda torpille, bir bahaneyle sokağa salıverilmezlerse) sokağa çıkacaklar, eli kanlı katiller olarak ödüllendirilmiş olacaklar…
Depremde yıkılan bina müsveddelerinin tümü binbir türlü sahtekarlıkla yapılmış ve kamuda denetlemeden sorumlu olanların da bu rant çarkına girmesi sonucunda yapılan yolsuzluklara, soysuzluklara, ahlaksızlıklara, sahtekarlıklara, kuralsızlıklara göz yumulmuş ve felaket göz göre göre, bile isteye gelmiş…
Genel olarak yıkılan tüm binaların ortak özelliği; binaları yapan ahlaksız sahtekarlar hiçbir bilimsel kurala uymamışlar, malzemeden çalmışlar, kolonları, kirişleri kesmişler, delik deşik etmişler, proje dışı tadilatlar ve uygulamalar yapmışlar, kaçak katlar çıkmışlar, çürük ve mühürlenmiş binaların mühürlerini kırdırmışlar ve kamuda denetlemekten sorumlu olan ahlaksızlar da bütün bu sahtekarlıklara göz yummuşlar, sonra da felaket göz göre göre gelmiş, değil onbinlerce, yüzbinlerce insan telef olmuş, milyonlar perişan olmuş, yüzlerce, belki de trilyonlarca dolarlık da zarar ziyan ortaya çıkmış…
Adalet sistemi ve adalet kisvesi altında uygulanan yasalar da mağdurları değil, resmen ahlaksız, vicdansız, sahtekar, rantçı katilleri korumaya, azdırmaya yönelik çalışıyor, böylece de bu ahlaksız katiller tayfası kudurdukça kuduruyor, azdıkça azıyor, devlet, adalet, vicdan, Tanrı korkusu olmadan rant uğruna insanları katletmeye devam ediyorlar…
Aslında gerçek manzara şudur; ortada bilinçli taksir filan değil, çürümüş, kokuşmuş bir zihniyetin eseri olan çürük bir sistemin yarattığı bilinçli katiller ve bilinçli şekilde yaratılmış, adalet ve Tanrı korkusu olmayan bir rant düzeni ve bu bilincin sonucu olan bilinçli bir katliam vardır…
Üstelik de bu katliam milletimizin ve Cumhuriyet tarihinin en büyük bilinçli katliamıdır…
Memlekette 3,5 milyona yakın yasadışı inşa edilmiş ve affa uğramış bina müsveddesi var, bunların her birinde on insan yaşasa, eder 35 milyon insan!
Güler misin, ağlar mısın!
En az 35 milyon insan, her biri bir çürük malzemeden sahtekarca yapılmış, her an mezarlarına dönüşebilecek olan ev, bina kılığındaki tabutlarda canlı canlı yaşıyor, kaderini, yani ölümünü bekliyor, devlet de seyrediyor…
Üstelik de yeni bir deprem, ki yıkım gücü yüksek olacağı varsayılıyor, kapıyı tıklata tıklata geliyor…
Bina yapımıyla ilgili mevzuatlar ve yasalar aslında ülkenin jeolojik yapısı ve depremlerin şiddeti göz önüne alınarak, bilimsel kurallar gereği neyse ona göre yapılmış ama bu yasalara, şartlara genelde uyan filan yok, çünkü hem adalet sisteminin kör topal gitmesi hem de hükümetlerin zır pırt çıkardığı aflar memleketteki bütün sahtekarları, vicdansızları, akılsızları, ahlaksızları fena halde azdırıyor, daha beter sahtekarlığa teşvik ediyor…
6 Şubat depreminde Gaziantep’in Nizip ilçesinde tek bir bina yıkıldı, Furkan Apartmanı, 51 kişi hayatını kaybetti…
Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin yıkımla ilgili verdiği rapora göre binanın yapımı tamamlandıktan sonra zemin, asma ve teras katlarda projeye aykırı ve izinsiz bir şekilde tadilatlar yapıldı, kaçak kat çıkıldı, 1 kolon kesildi, 2 kolon da projede olmasına rağmen hiç inşa edilmedi.
Binanın yıkılması için her türlü sahtekarlığı yapan müteahhitler firarda, kolonu kestiği iddia edilen alt kat mağaza sahipleri ise beraat etti!
Sadece inşaat mühendisi 16,5 yıl ceza yedi, o da iyi halden indirimli olarak.
Sonuç: Katiller tarafından 51 insan evladı katledildi, denetlemekten sorumlu kamu görevlileri için halen yargılama kararı çıkmadı, bilimsel rapora göre suçlu olanlar mahkeme tarafından aklandı, sokağa salındı, sadece bir kişi suçlu bulundu, o da iyi halden (51 kişinin katledilmesinde doğrudan sorumluluğu olmak hangi tür bir iyi hal gerektiriyorsa!!!) ceza indirimine uğradı, böylece adalet ve bilim de bir kez daha katledilmiş oldu!
Kısacası, katledilenlere ve katledilenlerin ailelerinden arta kalan ve adalet arayışında olan mağdurlara “kına yakın” dendi…
Açılan 81 küsur bin davanın sonu gelene kadar inanın ki Türkiye’de beşyüz tane daha yıkıcı deprem olur, onlar için de onbinlerce, belki de yüzbinlerce dava açılır ve adalet sistemi böyle körler sağırlar birbirini ağırlar modunda giderse, bu işin sonu hiç gelmez, katiller ödüllendirilir, mağdurlar da canlarından mallarından olduklarıyla kalır…
Gelelim 72 evladımızın katledildiği İsias davasına…
İsias denen toplu katliam ucubesinin mal sahibi Ahmet Bozkurt (baba), ortakları ve aynı zamanda oğulları Mehmet Fatih Bozkurt ve Efe Bozkurt…
İsias ucubesi, binbir sahtekarlıkla yapımına başlandığı 1990ların başından itibaren tam on yıl boyunca karkas halinde atıl kaldı, bu sürede, karkası bile kanunlara, kurallara, bilime zerrece uyulmadan yapılan, malzemeden çalınan, en adi malzemeden yapılan, demirden çalınan, kolonları ve kirişleri kanunsuz kuralsız yapılan bina müsveddesi iyice eriyip çürüdü, ve nihayette derhal yıkılması gereken bu ucube birkaç kez de belediye tarafından tehlikeli bina olduğu gerekçesiyle mühürlendi ve ne hikmetse mühürleri her seferinde kırdırıldı…
Belli ki Bozkurtların torpili sağlam…Mühürler kırıldıktan sonra bu bina ucubesi için otel ruhsatı bile alındı, kaçak kat bile çıkıldı, projede zemin kat planında net şekilde görülen ve binanın arkasında yer alan kolonlar park yeri açmak için kesildi, binanın kapı girişindeki kolonlar sırf dekor yapmak için kesildi, yine giriş holündeki kolonlar sırf asma kat yapmak için kesildi, tüm katlardaki kirişler atık su borularını geçirmek için delik deşik edildi, zaten çürük olan ve kendiliğinden bile yıkılabilecek durumda olan ucube binanın tam ortasından asansör yapmak için omurgası koparıldı, yukarı kadar kocaman bir delik açıldı, beton niyetine dereden aldıkları topraklı kum ve çakıl kullanıldı, kolonlar kibrit çöpünden farksız ve içlerinde tel gibi incecik birkaç demirle yapıldı (kullanılan demirler ve kalitesiyle normalde kümes bile yapılmaz), bina ucubesinin feci durumunu kamufle etmek için dıştan göstermelik bir kamuflaj dış cephe giydirildi, binanın çürük iskeletinin taşımak zorunda olduğu ağırlığa kaçak kat ve dıştan giydirme ile yüzlerce ton daha ağırlık katıldı, öyle ki, bu bina ucubesi, değil depremle, nerdeyse uygun yerine atılacak basit bir tekme ile yıkılabilecek hale geldi…
Bütün bu sahtekarlıklar göz göre göre, bile isteye yapıldı…
En adi şekilde bir bina nasıl yapılır yarışması açılsadı eğer, en kötü bina inşaatı bile cehaletin, ahlaksızlığın, kuralsızlığın, kanunsuzluğun, vicdansızlığın hiçbir sınır tanımadığı bu bina ucubesinden daha kötü şekilde yapılamazdı…
Belediyede bu ucubeyi denetlemekten sorumlu olan ahlaksızlar da tüm bu sahtekarlıklara göz göre göre, bile bile göz yumdu, muhtemelen otelcilik iznini verenlerin tüm bu sahtekarlıklardan haberleri yoktu veya yanıltıldılar, izni verdiler ve göz göre bile bile felakete davetiye çıkarıldı…
Böylece, derhal yıkılması yerine binbir sahtekarlıkla otel haline getirilen bu ucubenin rantını baba-oğul Ahmet Bozkurt, Mehmet Fatih Bozkurt ve Efe Bozkurt birlikte yemeye başladı…
Deprem Kahramanmaraş’ta başladı, sarsıntılar Adıyaman’a ulaşana kadar saniyeler geçti, ve depremin şoku Adıyaman’a ulaştığı anda, daha ilk sarsıntılar hissedilir hissedilmez bu otel ucubesi anında tepetaklak geldi, tuz buz oldu, içindekilere hiçbir yaşam şansı tanımadı, hiçbir yaşam boşluğu oluşturmadı, kumdan kale gibi çöküverdi…
Oradan canlı kurtulan ama çocuğunu kaybeden arkadaşımızın anlattığına göre sarsıntıyı hissetmesiyle anında uyandı, daha yatağından kalkmaya fırsat bulamadan bina çöktü, yani toplam süreç on saniyeyi bile bulmadı, çocuklarımızı, öğretmenlerimizi, rehberlerimizi yataklarında yakaladı, gözlerini açmaya fırsat bile bulamadan yıkıntıların altında kaldılar, kendisi ise tamamen şans eseri burnu bile kanamadan kurtuldu, bir anda kendini buz gibi soğuğun ve yağmurun içinde buluverdi…
Bozkurtlar tutuklandılar, bilinçli taksirle ölüme sebebiyet vermekten haklarında dava açıldı…
Bir süre sonra, hangi akla hizmettir bilinmez, küçük oğul Efe Bozkurt mahkeme tarafından sessiz sedasız serbest bırakıldı…
Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin hazırladığı teknik rapor eksikler olmasına rağmen facianın sebebini ortaya koyuyordu, ama (sanık diyemeyeceğim, bu durumda çok hafif kalır) gafil katiller ve katillerin temsilcileri bu rapora itiraz ettiler, bu itirazı kabul eden mahkeme Gazi Üniversitesi’nden bir teknik rapor daha istedi…
Bu sefer ortaya tam bir bilimsel garabet çıktı, hangi akla hizmettir bilinmez, yer yer kendi kendisiyle de çelişkilere düşen bu raporda göz göre göre ve kasten birçok ölümcül detay göz ardı edildi, belediyede inşaat denetlemeden sorumlu katilleri de aklama gayretine düşüldü, tek suçlunun Ahmet Bozkurt olduğu gösterilme gayretine girildi, oğul Efe Bozkurt da, (ki bina yıkılmadan önce otelin rantını babasıyla birlikte yiyordu ve binanın hangi şartlarda yapıldığını ve hizmete sokulduğunu bilsin ya da bilmesin, doğrudan sorumludur, suçludur) mahkeme tarafından sessiz sedasız serbest bırakıldı, adalet daha başından katledilmiş oldu…
Nasıl mı, bir başka örnekle anlatayım da iyice anlayın!!!
Siz eski bir araba alarak mal sahibi oldunuz, o arabanın resmi evraklarını, sigortasını, seyrüseferini filan çıkarmak, arabanın motor, fren, lastik filan gibi tüm mekanik bakımlarını yapmak ve arabanın yolda sorunsuz gitmesini sağlamak doğrudan sizin sorumluluğunuzdadır, eğer bunlardan herhangi birini yapmazsanız ve hangi şartlarda olursa olsun, bir kazaya sebebiyet verirseniz, ki bu kaza da eninde sonunda zaten kaçınılmazdır, doğrudan suçlu sizsiniz…
Frenleri çalışmayan, sigortası olmayan arabayı sürerek kazayı yaptıktan ve birilerinin canını ve malını aldıktan, zarara uğrattıktan sonra kalkıp da “Valla ben suçsuzum, kusura bakmayın ama ben bu arabayı böyle almıştım, durumunu nerden bileyim, ben değil arabayı bu hale getiren suçludur, beni serbest bırakın…” deme hakkınız yoktur…
Böyle bir iddia ortaya koyarsanız, en kötü adalet sistemi bile size güler geçer, en basitinden “Sen geri zekalının, sorumsuzun, ahlaksızın, sahtekarın önde gideni olabilirsin ama bizi de geri zekalı yerine koymaya kalkma, yat şurada bir on yıl filan da akıl koy…” der!
İşte Efe Bozkurt’un durumu tam da budur, otel ucubesinin rantını birlikte yediler ama iş katliamın sorumluluğunu paylaşmaya gelince “Valla ben hiçbir bilmiyorum, ne yaptıysa babam yaptı” dedi, ve serbest kaldı…
Mahkeme, katiller çetesi avukatlarının yüzsüzlükte sınır tanımayan iddialarına (başta bina ucubesi inşa edildiğinde Efe Bozkurt’un yaşının küçük olması ve ailenin işlerinin depremden tökezlemesi ve bu gibi) ve kendisinin bile güvenmediği Gazi raporuna da dayanarak, bu katliamda doğrudan suç ortağı olan Efe Bozkurt’u serbest bıraktı, böylece adalet, doğrudan adaletin kendi eliyle katledilmiş oldu…
Gelinen noktada mağdur tarafı da, katil tarafı da, mahkeme tarafı da Gazi raporuna güvenmediğini iddia etti, mahkeme bir teknik rapor da 9 Eylül Üniversitesi’nden istedi, ama nedense o güvenmediği Gazi raporuna dayanarak tahliye ettiği Efe Bozkurt’u “Madem seni sokağa salmamıza yol veren Gazi raporunu siz de beğenmediniz, hadi yallah tekrar hapse, yat içeri bakayım…” demedi, sokağa saldı…
İşte insanlık da adalet de böyle katlediliyor, katiller, ahlaksızlar, vicdansızlar, insani ve ilahi adalet korkusu olmayanlar, Tanrı korkusu olmayanlar böyle azdırılıyor, böyle kudurtuluyor, hem yüzsüz, hem terbiyesiz, hem suçlu, hem de güçlü hale böyle getiriliyorlar, ve böylece bu ahlaksız mahlukatlar yüzünden insanlığın katli hiç durmadan devam ediyor, bir türlü bitmek bilmiyor…
Şimdi bir üçüncü teknik rapor daha çıkacak!
Ucubenin yıkıntı halindeki ve nasıl yıkıldığını gösteren fotoğraflara, filmlere baktığınızda, her şey tüm açıklığıyla ortada duruyor, rapora filan da gerek yok, ama katilleri suçlamak için resmi bir dayanak lazım, o da ancak bilimsel bir teknik raporla olur…
Ancak gelin görün ki, İsias davasında bilim de adalet de madara edilmiş, daha da kötüsü, katledilmiş durumda!!!
Bu davayı izleyen hiç kimsenin, başta mağdur tarafı ve yaşananlardan dolayı tarifsiz azaplara ve acılara düşenler olmak üzere, ne adalete, ne bilime, ne de devlete güveni kalmamış durumda…
Sadece laf ola adalete güveniyoruz deniyor, oysa kimsenin adalete filan zerre kadar güvendiği yok…
Zaten adalet ve devlet uygulamada güvenilir olsaydı, katiller, ahlaksızlar, vicdansızlar adalet ve devlet korkusuyla bu felaketi yaratan sahtekarlıklarını yapmamış olacaklardı…
Şu ana kadar verilen kararlara bakıldığında, gidişat öyle bir gidişat ki, insani adalet kendi kendisini de itibarsızlaştıran, katledilen çocukların, insan evlatlarının haklarını aramaktan tamamen uzak, adeta katilleri ödüllendiren ve azdıran, mağdurların da mağduriyetlerine daha beter mağduriyet katan, sağ kalanları da ruhen yıkan, katleden, bir uygulama içine girmiş durumda…
Şimdi soru şu; İsias davasında, her şey ayan beyan ortadayken, katiller çetesinin bile bile, isteye isteye, göz göre göre, sırf rant uğruna yaptıkları ölümcül sahtekarlıklar ortadayken ve bu tarifsiz kötülük onca insan evladının hayatına malolmuşken, insani adalet sistemi Türkiye’nin ve milletin makus kaderini değiştirecek ve katillerin canına okuyacak, bundan sonraki kararlara emsal teşkil edecek, memleketteki tüm ahlaksız, sefil, gafil, sahtekar katilleri korkudan titretecek, ülkede bundan böyle yapılacak kötülükleri engelleyecek, giden canların hesabını acımasızca sorarak emsal bir karara imza atacak mı, yoksa adalet yine gören körler duyan sağırlar moduyla giderek, kendi itibarını da sonsuza dek sıfırlayacak mı!!!
Şu bir gerçek ki hiçbir insani adalet bu aşamadan sonra giden canların bedelini gerçekten ödetemez, hatta verilecek ceza tarifsiz ahlaksızlıktaki acımasız bir rant düzeninin neticesinde katledilen çocuklarımızın, insanlarımızın saçlarının tek bir telinin bile bedeli olamaz, ancak katillere verilecek en ağır cezalar en azından bundan sonraki insan evlatlarının kurtuluşuna yardımcı olabilir, ahlaksız, gafil, sefil sahtekarların yapacakları kötülükleri durdurabilir…
Aksi takdirde hayatlarımız yalanlara ve bu yalanlara bağlı ölümlerden ibaret olmaya devam edecek…