Kendimi bildim bileli Kıbrıs’ta birçok irili ufaklı deprem yaşadım, 1996’da askerdeyken bulunduğum tepeden önce karşı tepelerin halı silkelenir gibi silkelendiğini ve saniyeler sonra aynı sarsıntının ayaklarımın altından geçtiğine şahit oldum, manzara tam bir dehşetti…
Türkiye’de ise birkaç kez Burdur’da, bir kez de Kuşadası’nda hastanede serili yatırken şiddetli depreme yakalandım ve fena halde sallandık ama hiçbirinde gözümle bir felakete, bir yıkıma şahit olmadım, Tanrı’ya şükür…
1992’nin Mart ayında Ankara’da üniversite son sınıftayken can kardeşim, arkadaşım Ahmet Ardıç’ın Bahçeli’deki evinde oturuyorduk, akşam haberlerine birden Erzincan depremi düştü.
Ahmet’in baba tarafından yakın ailesinin büyük bir kısmı oradaydı, eve birden bir telaş düştü, hemen oraya yardıma gitme telaşı ve hazırlığı başladı.
Ahmet’in babası, benim de baba değeri verdiğim, Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli akademisyenlerden Rıza Ardıç idi.
Birkaç yıl önce kovidden kaybettiğimiz rahmetli Rıza amca kısa süre düşündü ve herkesi susturdu, “Orada şu anda insani yardıma ihtiyaç yoktur, askerimiz ve devletimiz gereğini hemen yapacaktır, orada şu anda acil gıda, ilaç, giyecek ve battaniyeye ihtiyaç vardır, bunları tedarik edelim, hemen yola çıkacağım.” dedi.
Gece yarısına kadar Reno TX tıka basa yiyecek, ilaç ve giyecek, battaniye gibi ihtiyaç malzemeleriyle dolmuştu, ağırlıktan araba nerdeyse yere değecekti, arabaya daha fazla eşya koyabilmek için hiçbirimizin yanında gelmesini de kabul etmemişti, pardösüsünü giyip,artık yere yapışmış arabasına binerek, yola düştü…
Kısa süre sonra, Erzincan depreminde yıkılan binlerce binanın ta 1939 Erzincan depreminden hemen sonra, 1940’da çıkarılan deprem yönetmeliğine uygun yapılmadığı anlaşıldı.
Sonuç olarak, bir deprem bölgesinde bilimsel inşaat kurallarına uymama, cehalet, ahlaksızlık ve sahtekarlık binlerce binanın yıkılması ve bine yakın insanın da katledilmesiyle sonuçlanmıştı.
1999 Gölcük depreminde öğretim görevlisi olarak üniversitede ilk yıllarımdı, birçok öğrencimiz ve ailesi deprem bölgesinde kısılmıştı, telefonla zar zor ulaşıyorduk.
Nihayette evladımız gibi gördüğümüz bazı öğrencilerimizi ve evimizde oturmuş, çay kahve içmiş ailelerini kaybettiğimizi öğrendik, elimizden hiçbir şey gelmiyordu, çaresizlikten ruhen çöktük, öğrencilerimizin boş sandalyelerine, yoklama listesinde isimlerine bakarken tarifsiz bir moral bozukluğu içinde kalakaldık.
Üst düzey bir polis müdürünün çocukları öğrencimdi, kendisinden orada ne olup bittiğine dair bilgi istedim, verdiği cevap şuydu; Hocam 47 saniyede 47 bin kişi kaybettik, bazıları yıkılan binalarla denize sürüklendi, onlara ulaşmak artık imkansız…”
Onbinlerce binanın yerle bir olduğu 99 Gölcük depreminde, resmi rakamlara göre, ilk açıklamalarda ölü sayısı 30 binlere yaklaşırken, sonradan sayı gerileyerek 17 binlere kadar inmişti, kısacası devlet kayıplar konusunda gerçeği söylemiyordu.
Sebep yine aynıydı, kaçak göçek, bilimsel kriterlerden ve deprem yönetmeliğinden uzak, her biri bir mezar kılığında onbinlerce irili ufaklı bina saniyeler içinde yerle bir olmuştu.
Sahtekarlık, cehalet, ahlaksızlık abidesi katillere gelince, bu katliamdan sorumlu katillerin hiçbiri gerçek anlamda bir ceza almadı, hatta hemen hepsi kamuoyunda Rahşan Affı diye bilinen rezillikler sürecinde sokağa salındı, haklarında açılmış çoğu dava düştü, sadece birkaç kişi, onlar da kısa süreliğine hapis yattı, katledilen onbinlerce insan evladı katledildiğiyle kaldı, devlet ve yargı aldığı kararlarla onbinlerce insanın katillerini adeta ödüllendirdi, yeni katillerin ve katliamların yaratılması için elinden gelen her türlü ahlaksızlığı, sahtekarlığı ve cehaleti gösterdi…
Kısacası, bütün bu olanların, bu yıkımın ve katliamın esas sorumlusu her an olabilecek, doğal bir olay olan deprem değildi, kader hiç değildi, bu dehşetin çok belirgin insani sebepleri vardı…
Kısa süre sonra Ecevit iktidarı tarifsiz bir fiyaskoyla sona erdi, yerine büyük vaatlerle AKP iktidarı geldi.
AKP iktidarı da yaşananlardan ders çıkaracağına, birbiri ardına çıkardığı imar aflarıyla, büyük çoğunluğu deprem bölgelerinde olan, hiçbir şekilde deprem yönetmeliklerine uymayan, her biri bir toplu mezar tuzağı, bir sahtekarlık, ahlaksızlık ve cehalet abidesi olan 4 milyona yakın kaçak-göçek, döküntü bina müsveddesine sırf siyasi rant elde etmek için af getirdi.
Üstelik de en az 7,5 şiddetinde bir depremin Doğu-Güneydoğu hattında olacağı bilimsel raporlarla kanıtlanmış ve bekleniyorken!!!
6 Şubat depremi de göstere göstere geldi, 11 şehri yerle bir etti, Kahramanmaraş ve Hatay’ın yarısından fazlası yıkıldı veya çok büyük hasar aldı, yüzbinden fazla bağımsız bina tamamen yıkıldı, ama resmi raporlara göre ölü sayısı sadece “50 binin” üzerindeydi, rakam elli binin üzerinde denilerek ucu açık bırakıldı!!!
AKP döneminde 1999 Gölcük depreminden ders alınsaydı, her biri bir sahtekarlık, ahlaksızlık ve cehalet abidesi olarak dikilen bina müsveddelerine af çıkarılmasaydı, ahlaksızlar, cahiller, sahtekarlar, vicdansızlar birbiri ardına çıkarılan aflarla teşvik edilmeseydi, cesaretlendirilmeseydi, aksine ibretlik cezalarla cezalandırılsalardı, bina müsveddeleri de çatır çatır yıkılsaydı, insan hayatı, onuru, bilim, idari ve hukuki ciddiyet ön plana çıkarılsaydı, 6 Şubat günü Türkiye ve insanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biriyle karşılaşmayacaktık, onca insanımızı, evladımızı, tanıdığımızı kaybetmeyecektik, sadece sallandığımızla kalacaktık.
Neticede yine ahlaksızlık, sahtekarlık, hilekarlık, vicdansızlık, cehalet, yasa tanımazlık, bilim tanımazlık, gaflet ve delalet galip geldi, öğrencilerimiz, arkadaşlarımız, evlatlarımız, aileleri dahil, sayısını bilemediğimiz kadar çok insanımızı, vatandaşımızı feci şekilde kaybettik.
İçinde yaşadıkları binaların ölüm tuzağından farksız olduğunun farkında olmayan birçok insan göz göre göre, hatta 2018’den beri resmi raporlarda da belirtildiği üzere, bağıra bağıra gelen bu felakette yıkıntılar arasında ya ezilerek, ya da soğuktan ve açlıktan, inleye inleye öldü gitti.
Düşünmesi bile insanı iliklerine kadar titretiyor.
Aramızda deniz olmasaydı, 1992’de Rıza amcamızın yaptığını yapar, arabaya atlayıp bir saatte deprem bölgesine ulaşırdık, ama tam bir kaosun yaşandığı bir ortamda sadece üzüntü ve çaresizlik içinde olanları uzaktan izledik.
Ancak depremden sonraki günler süresince, tarifsiz bir azap ve çaresizlik içinde yaşananları izlerken Türkiye’nin nasıl bir garabet, beceriksizlikte sınır tanımayan zihniyetle de yönetildiğini gördük.
İktidarın zerre kadar aklı olsaydı, deprem bölgesi haricindeki tüm bölgelerdeki belediyelerin ve ilgili arama-kurtarma birimlerinin tüm imkanlarıyla kendilerine en yakın deprem bölgesine akın etmesi ve önlerine çıkan tüm yıkıntılara acil müdahale etmesi çağrısı yapardı, 24 saat içinde yüzbinlerce insan ve iş makinesi deprem bölgesine doluşur ve rastgele de olsa yıkılan binalara müdahale ederlerdi, inim inim inleyerek, soğuktan ve açlıktan sersefil olarak ölen birçok insan da kurtarılmış olurdu.
Ama olmadı ve deprem bölgesinde halen akıl almaz bir karmaşa yaşanmaya devam ediyor.
Şimdi sıra sorumluların, daha doğrusu bir deprem durumunda yedikleri haltların, cahil cesaretiyle yaptıkları sahtekarlıkların, hilekarlıkların dehşetengiz ölümlerle, felaketlerle sonuçlanacağını bile bile her türlü sahtekarlığa, ahlaksızlığa ve yasadışılığa tevessül eden katiller sürüsünün yargılanmasına geldi.
Bu katiller sürüsü, binaları yaparken her türlü sahtekarlığa, hilekarlığa başvuran müteahhitlerden, mimarlardan, inşaat mühendislerinden tutun da devlette, yerel idarelerde bunları rüşvet dahil, çeşitli sebeplerle denetlemeyen, yaptıkları sahtekarlıklara göz yuman idari görevlilerden oluşmaktadır.
Onbinlerce, belki de yüzbinlerce insanın katline sebep olan, yüzlerce milyar dolarlık zarar ziyana neden olan bu katiller sürüsü gerçekten yargılanacaklar mı, yoksa geçmişte olduğu gibi, yargılanır gibi yapılıp, uyduruktan, kıytırıktan, ödül gibi cezalarla parçayı kurtaracaklar mı?
Şimdi esas soru budur!
Türkiye Cumhuriyeti’nin ceza yasalarına baktığınızda, yasaların adamına göre her türlü yoruma, gevşekliğe ve suistimale müsait olduğunu görürsünüz.
Dahası,sahterkarlığıyla, hilekarlığıyla, vicdansızlığıyla, cehaletiyle toplu katliama sebep olmuş bir katile, örneğin müebbet hapis cezası verseniz, ikide bir değişen infaz yasası neticesinde aldığı cezanın yarısını bile yatmaz, hatta duruma göre yarısının yarısını bile yatmadan çıkar gider, katledilen de katledildiğiyle kalır.
Görünüşe göre, deprem felaketinin yargıya intikal etmiş ve en hızlı ilerleyen dosyalarından biri yarısı Kıbrıslı Türklerden ve kolej öğrencilerimizden oluşan, toplamda 72 kişinin katledildiği İSİAS bina-otel müsveddesinin dosyası oldu.
İSİAS! Tamamen çürük, göz göre göre, hem de bilerek ve isteyerek, her türlü sahtekarlık, hilekarlıkla, cehaletle yapılmış, ayakta durması bile mucize, deprem olmasa bile kendiliğinden her an yıkılmaya aday, adına beton dedikleri, betonla uzaktan yakından alakası olmayan bir bulamaçla yoğrulmuş, elle bile kazılıp parçalanabilen, tam anlamıyla döküntü malzemeden ve hiçbir bilimsel akla, kanuna, kurala ve yaptırıma uymadan yapılmış bir bina müsveddesi… Üstüne üstlük fazladan kat çıkılmış ve affa uğramış, üstüne üstlük alttan kolon kesilip, sözde alan açılmış…Yani dört bacaklı, her tarafı çürük bir masanın bir ayağını bile bile kesersin de, üstüne de çökeceğini bile bile, şansını cahil cesaretiyle sonuna kadar zorlayarak, fazladan yük koyarsın da, daha ilk dokunuşta şak diye tepetaklak devrilir misali…
Bu bina müsveddesinin tepeden tırnağa tüm malzemeleri o kadar kötüydü ki, daha kötüsü olması nerdeyse imkansızdı, neticede depremin daha ilk saniyelerinde de tepetaklak gelmiş, 72 can parçasının, insan evladının üzerine heyelan gibi çökmüş, hiçbir yaşam şansı bırakmamış, çocuklarımızı, velilerimizi, rehberlerimizi, otel çalışanlarını ezim ezim etmiş…
Aynı olay sadece adına İsias dedikleri lanet olası mezar kılıklı bina müsveddesinde değil, onbinlerce binada yaşandı, düşünmesi bile insanı ürpertiyor, dehşete düşürüyor.
Davaya bakan savcı ise katillerin bilinçli taksirle ölüme sebebiyet vermekten yargılanmaları için iddianame vermiş… Cehalet, ahlaksızlık, sorumsuzluk, vicdansızlık, kural ve yasa tanımazlık yüzünden yakınlarını kaybeden, acı ve öfke dolu aileler ve kamuoyu ise ayağa kalkmış, olası kast ile yargılanmalarını istiyor.
Aslında ortada ne bilinçli taksir var, ne olası kast var, ortada göz göre gelen bir toplu katliam var, ki böyle bir olayın adını kasıtlı cinayet bile koyamazsınız, olsa olsa kasıtlı katliam dersiniz…
Şu “adamına göre” her türlü suistimale açık yasaya bir göz atalım;
TCK’nın 21 ve 22. maddeleri “kast” ve “taksir” tanımları arasında bir ayırım yapmış ve demiş ki;
Kast
Madde 21-
(1) Suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır. Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir.
(2) Kişinin, suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, fiili işlemesi halinde olası kast vardır. Bu halde, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda müebbet hapis cezasına, müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda yirmi yıldan yirmibeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur; diğer suçlarda ise temel ceza üçte birden yarısına kadar indirilir.
Taksir
Madde 22- (1) Taksirle işlenen fiiller, kanunun açıkça belirttiği hallerde cezalandırılır.
(2) Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.
(3) Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır; bu halde taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır.
(4) Taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenir.
(5) Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda, herkes kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Her failin cezası kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir.
(6) Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir.
Bu iki tanıma baktığınızda, Madde 21’in ikinci fıkrasında olay gayet net ve açıktır, deprem bölgesinde bile bile, isteye isteye en adisinden malzeme kullanılmış, hiçbir yasal ve bilimsel kanuna, kurala uyulmamış, her türlü hilekarlık ve sahtekarlık yapılmış, İsias denen lanet olası bina müsveddesi dahil, hilekarlıkla ve sahtekarlıkla yapılan binlerce bina müsveddesi saniyeler içinde yerle bir olmuştur, onbinlerce insan evladı katledilmiştir, yasal mevzuata ve bilimsel akıla uygun yapılan binalara ise hiçbir şey olmamıştır, hatta bazılarında yere bir çöp bile düşmemiştir.
Kısacası, bu binaları yapan ve denetlenmesinden sorumlu katiller sürüsü, bu binaların olası bir depremde yıkılması için ellerinden geleni artlarına koymamışlar, neticede insanlık tarihinin en büyük katliamlarından birine sebep olmuşlardır.
Taksir konusuna gelince, 22’inci maddenin ikinci ve üçüncü fıkrası arasındaki çelişkiye baktığınızda, tam bir alicengiz oyunu, tam bir hilebazlık, tam bir “adamına göre işletim maddesi”, tam bir bir suistimal kaynağı görürsünüz.
İkinci fıkrada, “Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.” diyor…Yani örnek verecek olursak, dikkatsiz bir şekilde araba sürersiniz, kırmızı ışıkta geçersiniz, geri zekalının ve zırcahilin önde gideni olduğunuzdan “neticesini öngöremediğinizin varsayıldığı” bir kazaya sebebiyet verirsiniz, kaza neticesinde mal ve can kayıpları oluşur, ve neticede, tabi ki suçlu sizsiniz çünkü kanunlara kurallara dikkat etmediniz, özen göstermediniz, neticede bir felakete sebep oldunuz…
Gelelim üçüncü fıkraya, ki bütün film burada dönüyor, bu fıkra diyor ki; “Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır.”…Yani, yukardaki örnekten devam edecek olursak, geri zekalının biri kırmızı ışıkta durmamış, arabasını son sürat sürmüş, neticede kaza yapmış, can ve mal kaybına sebep olmuştur, sen de devlet olarak bu geri zekalının önde gideni adına bir yasa maddesi uydurmuşsun ve demişsin ki “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine rağmen…”, yani geri zekalının önde gideni göz göre göre mal ve can kaybına neden olmuş ama aslında bu haltı yemeyi istemiyormuş!!! …
Ne demek bu? Benzersiz bir cehalet ve ahlaksızlıkla, sahtekarlıkla katliama sebep oluyor ama sen bu katil mahlukatın yediği haltların neticesinde katliam yapıp yapmak istemediğini nerden biliyorsun, nasıl böyle bir karara, sonuca varıyorsun?
Yani bu geri zekalının önde gideni, neticeyi öngörmüş, yediği halt toplu katliama sebep olmuş, ama gerçekleşmesini istemiyormuşmuşmuşmuş da muş müş!!!
Vah zavallı katil, vah zavallı megalomanyak, vah zavallı ahlaksızın, sahtekarın, cahilin önde gideni!!!
Yediği haltlar tarifsiz dehşette bir katliama sebep olmuş ama aslında katliam yapmayı istemiyormuş!!!
Bu mu yani?
Eğer bu değilse, o zaman kanunla korumaya çalıştığınız ve kendisini alemin akıllısı, gerisini de alemin ahmağı zanneden o geri zekalının, ahlaksızın, sahtekarın, vicdansızın, zırcahilin önde gideni, sonucunu öngördüğü ama gerçekleşmesini istemediği o eylemi yapmasın, sen de yasa koyucu ve uygulayıcı olarak tedbirini al kardeşim!!!
Yok eğer buysa, yasa koyucu ve adalet sistemi olarak biri katledildiğinde katledilenin hakkını mı koruyacaksın, yoksa korur gibi yapıp, uygulamada katleden ahlaksızı bu işten en ucuz şekilde nasıl sıyıracağının hesabını mı yapacaksın…
Bir diğer deyişle, yasa koyucu ve adalet olarak caydırıcı ceza verici olmak yerine, ceza verir gibi yaparak, cezalandırıcı olmaktan ziyade teşvik edici, azmettirici şekilde davranarak, bir nevi suça suç ortaklığı mı yapacaksın!…Sen önce buna karar ver ve niyetini de açıkla da bilelim!!!…
Ne diyor TCK’nın “Azmettirme” konusundaki 38. Maddesi;
Madde 38- (1) Başkasını suç işlemeye azmettiren kişi, işlenen suçun cezası ile cezalandırılır!…
Gelelim TCK’daki bir başka maddeye, 83. Maddeye, ki bu da deprem sonucu yaşanan felakette sorumluluğu olanların pozisyonuna cuk oturuyor!
Madde adı; Kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi
Madde 83- (1) Kişinin yükümlü olduğu belli bir icrai davranışı gerçekleştirmemesi dolayısıyla meydana gelen ölüm neticesinden sorumlu tutulabilmesi için, bu neticenin oluşumuna sebebiyet veren yükümlülük ihmalinin icrai davranışa eşdeğer olması gerekir.
(2) İhmali ve icrai davranışın eşdeğer kabul edilebilmesi için, kişinin; a) Belli bir icrai davranışta bulunmak hususunda kanuni düzenlemelerden veya sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülüğünün bulunması, b) Önceden gerçekleştirdiği davranışın başkalarının hayatı ile ilgili olarak tehlikeli bir durum oluşturması, gerekir.
(3) Belli bir yükümlülüğün ihmali ile ölüme neden olan kişi hakkında, temel ceza olarak, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine yirmi yıldan yirmibeş yıla kadar, müebbet hapis cezası yerine onbeş yıldan yirmi yıla kadar, diğer hallerde ise on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunabileceği gibi, cezada indirim de yapılmayabilir.
Depremde yaşanan katliamın sorumlusu katiller için sorumluluklarına uygun istenebilecek onca ceza varken, sen gel en basitinden cezalandırılmalarını iste!
Ve işte, bu suistimale tamamen açık, sırası geldiğinde adamına göre uygulanmak için önceden “icat edilmiş” ve kılıfına uydurulmuş, aleni şekilde ahlaksızları, sahtekarları caydıran değil de azmettiren türden adalet uygulandığı için de her sene gerek trafikte gerekse başka şekillerde onbinlerce insan hayatını kaybedecek, bir depremde tarifsiz bir katliam yaşanacak ve sorumlu katiller de sırf bu yasa maddesi yüzünden işin içinden sıyrılıp, yoluna gidecek, akıl koymayacak, elini kolunu sallaya sallaya aynı haltı etmeye devam edecek…
Hem insanlık katledilecek, hem de adalet!
Tam bir akıl tutulması!
Var mı böyle bir dünya!!!
Dünyada yok ama Türkiye’de var, ve bu yüzden de burnumuz pislikten, ahlaksızlıktan, cehaletten kalkmıyor…Bu yüzden akla hayale gelmez bir dehşetle insanlarımızı kaybediyoruz, ülke ve millet olarak itibarımız yerle bir oldu, bu yüzden memlekette akıl almaz boyutta ahlaksız, vicdansız, zırcahil, sahtekar türemiş durumda ve durduk yerde, göz göre göre insanlarımızı, evlatlarımızı katlediyorlar!
Sen yasa koyucu ve uygulayıcı olarak suistimale açık yasalarınla bu katillere, bu insan müsveddelerine kol kanat geriyorsun, kötülüklerini, katliamlarını devam ettirmeleri için bahane yaratıyorsun, hatta ve hatta, azmettiriyorsun, kestiğin cezanın yarısını bile yatırmıyorsun, ödül gibi ceza veriyorsun, milleti kötülük yapmaktan caydıracağına azmettiriyorsun, sonra da cayacaklarına, korkacaklarına, akıl koyacaklarına daha beterini yapıyorlar, Azrail’i bile korkutan, toplu katliamlara, tarifsiz acılara, azaplara sebep olan mahlukatlara dönüşüyorlar!
Yasa koyucu ve uygulayıcı olarak teşvik edici değil de caydırıcı olursan; “Bak kardeşim, sen yediğin her halttan sorumlusun, salaklığın, cehaletin, ahlaksızlığın, vicdansızlığın, sahtekarlığın yüzünden birinin canına, malına kastedersen, hele de yaptığın kötülük yüzünden birilerinin canı yanarsa, sana gün yüzü göstermem, doğduğuna bin defa seni pişman ederim, ayağını ona göre denk al!” dersen ve dediğini de çatır çatır yaparsan, millet anında mum gibi olur…
Niye bizim millet gidip de Almanya’da, Amerika’da, İngiltere’de Japonya’da, Arap ülkelerinde, Rusya’da inşaat sektöründe Türkiye’de yaptığı sahtekarlıkları yapmıyor!!!
Yapmıyor değil aslında, yapmak isteseler de yapamıyorlar, çünkü yaptıkları her işin her adımı adam gibi denetleniyor, hem de milimine kadar, ve en ufak bir sahtekarlığa teşebbüs ettiklerinde anında kafalarını kopartıyorlar, yasalar canlarına okuyor, sahtekarlık yapmaya fırsat bile bulamıyorlar, bırakın fırsat aramayı, sahtekarlık yapmaktan ödleri patlıyor, çünkü sisteme yakalanırlarsa affı yok, artık canları ciğerleri bir kuruş etmez…
Dünyanın en ilkel ülkelerinde bile bina yapılırken millet akıllı akıllı yapar, coğrafik duruma göre, yasal ve bilimsel gereklerine göre yapar, ilkel yöntemlerle ama asgari bilimselliğe uygun olarak yaptıkları binalar bile çoğu zaman yıkılmaz, ayakta kalır, yıkılanlar da per perişan olmaz.
İş bizim memlekete gelince, her türlü hilekarlığın, ahlaksızlığın, sahtekarlığın, vicdansızlığın, yolsuzluğun, soysuzluğun, cehaletin arkasına sığınarak bir felaket yaratıyorlar, ne insani adaletten, ne günahtan, ne Allah’tan korkmuyorlar, cehennemdeki zebanilerin ödünü patlatıyorlar, Azrail’in bile olmayan yüreğini ağlatıyorlar, yedikleri haltın sonucunda ortaya çıkan felaketin adına da mukadderat diyorlar!
Mukadderat dedikleri ise evlatlarımızı, insanlarımızı tarifsiz bir dehşetle katleden cehalet, sahtekarlık, vicdansızlık, ahlaksızlık, Tanrı ve günah korkusu olmayan, cahil cesaretiyle yasa ve kural tanımazlık kombinasyonlarından oluşmuş kötülüktür ve o kötülüğün insan kılığına girmiş temsilcileridir, onların koruyucuları ve kollayıcılarıdır…
Evlatlarımızı, insanlarımızı katleden mukadderatınız da, siz de, sizin gibileri koruyup kollayan zihniyet de çıkmamacasına yerin dibine batsın…