Hepimizin ayrı ayrı, kişiye özel gariplikleri var elbet. Bir de genelleşmiş tuhaflıklarımız yok mu? En çok onlardır hayret uyandıran.
Mesela 40 yıl önce sigaralık diye bir şey vardı. Ahşap, plastikten veya metalden imal edilmiş. Hatta bazıları abartır gümüş veya altın kaplama olanını kullanırdı.
Düğmesine basıldığında, İçi sigara dolu kutunun kapağı açılır, kuşun ağzına sıkışmış sigara ikramında bulunulurdu.
Sigaralık yanında, kristalden veya renkli ve desenli camlardan, metal ve veya ahşap oymalı kocaman bir çakmak olurdu.
Sorsan süs eşyası denirdi.
Ve her alanda evlerde, otobüslerde ve hatta uçaklarda dahi sigara tüttürülürdü.
Hatta düğünlerde badem ezmesi kurabiyenin (pastiş) beraberinde misafirlere sigara ikram edilirdi. Garip ama öyleydi.
O yıllarda cümle tavuklar namussuzca salma beslendiği için “Organik Yumurta” söylemi ve pahalılığının akıl almazlığı modası yoktu.
Zamanın çok değerli bir mevhum olduğunun bir göstergesi olarak, ev salonlarında, kahvehanelerde ve bilimum ortak kullanım alanlarında, ince ahşap oymalı, saat bölümü zarif taşlarla süslü, her yarım saatte bir guguk kuşunun öterek veya tok bir sesle gonk sesi yankılatarak saati ve zamanı hatırladan, afili, oldukça pahalı ve gösterişli saatler vardı.
Bu gösterişli dekoratif pahahalı saatlerin heybeti, aslında zamanın ne kadar değerli bir olgu olduğunun göstergediydi
Yatak odasında duvar saatinin yanında metal, oldukça farklı renk çeşidine sahip çalar saatler olurdu. Aslında yatak odasındaki saatler uyku düşmanı canavarlardı. Üstelik yelkovan ve akrep göstergeleri ışık yansıtmalı. Tik-tak, tık, tık, tık, zaman geçiyor.
Gece boyunca zamanın geçtiğini işaret eden saniye gösterge çubuğunun dört nala zamanı öğüten tıkırtısının orada ne gereği var.
Yahu be insan, yarı ölü uyku halindeyken, zamanla ne işin var. Uyurken zamanın dışında, ötesinde bir yarı ölü gaiptesin zaten.
Oysa yatak odasının gerekliliği doğarken, sevişirken, uyurken, hastayken bir de ölüm döşeğindeyken anlam taşır.
Yarın sabah uyandığımda yepyeni, arınmış bir ben olarak gözümü açacağım ışığa. Yeniden doğmuş gibi olacağım, dersin ya kendi kendine..
Hani bazen, gerçekten de öyle olur.
Bir nedenden ötürü tüm gün canını yiyen bir sıkıntı, ertesi gün, hani olur da hiç akla gelmez veya hatırlansa bile önemsenmez ya!
Veya bir süre sonra, birkaç gece uykularını heder eden bazı sıkıntı, yoksunluk, kötü düşünceler, olası felaketler, korkular veya ihtimali düşük kaygılar için için yer bitir ya seni.
Her şeyin nihayetinde elbet unutulacağını, düze ve refaha çıkılacağı biline biline onca uykusuz ve sancılı geceler atlatıp kendini boşuna heder ettiğini bile bile tarumar olursun ya!
Tüm bu bedbaht haller gece sen uyku gelsin diye beklerken. Gelecek mi bu uyku diye beklerken..
Uyumak ve ayık olmak savaşı sürüp giderken. Uyumak istesen de bir türlü uykuya teslim olamayıp, saçma hakikatin esiri olursun ya!
İşte tüm bu garip ruh hallerinin çoğu yatak odasında yaşanır.
Uyumak, ölümdür biraz da.
Her şeyi, geride bırakıp, kimliğini, cinsiyetini, sosyal statünü, zenginliğini, fakirliğini ve yalnızlığını unutup, bir başına gaibe teslim olmaktır uyku hali.
Ruhun bedenden azadeleştiği bir özgürlük sahnesi. En çok karanlığa ihtiyaç duyulan yer olmasına rağmen baş uçta bir gece lambası. Her an aydınlığa gereksinim olabileceğinin en büyük nişanı.
Yatak odasında uyurken nefes alan bir bedenden başka bir şey değilsin.
Orada, ağırlığınca bir et, kas, yağ ve sıvı yığınısın sadece.
Zamanın, öyle ya da böyle çürüteceği bir atomlar kütlesinden başka neyiz ki?
40 sene önce, taze bir cumhuriyetin büyük hayallerle ilan edildiği günden, geldiğimiz nokta bu işte, hayal çatlaklığı.
Değişen tek şey kuşlu sigaralıklardan yok artık, düğünlerde sigara ikramı yok. Kapalı alanlarda sigara içmek yasak, devasa masa çakmakları yok. Metal, masa üstü, yatak ıdalarının tek rengi sayılan çalar saatler yok.
Zamanın önemini hatırlatan afili, sallanan tokmaklı, ince oyulmuş el işçiliği, guguk kuşu sustu, ıda yok.
Ne o zamanları, ne akıp giden an ve zamanın önemini hatırlatacak bir gonk sesi yok.
Geniş zamanlar, boş zamanlar, yeterli bol süre de yok.
Gençlik yok, enerji, umut, heyecan, azim, aşk, sevgi, şefkat yok. Ve gerçek olan tek şey, iyi şeyler umduğumuz gelecekti, o da geldi bile bak, onda da bir vaat ve halt yok!
Kırk yıldan geriye kalan hatır da yok.
On eksik, yarım asırdan geriye kalan karanlık, soğuk bir yatak odasının, çift kişilik karyola yalnızlığının, tek kişilik hayal dünyasında, sabaha kadar uyutmayan öksürük ve beyni kemiren maddi ve manevi sıkıntılardan başka bir şey yok.