“Madem yazarak, yazdıklarınla para kazanmıyorsun? Niye hala yazıyorsun? Boş vaktin mi çok, zengin misin?” Diye sordu işgüzarın biri.
Ben de ona:
Zengin değilim ama.. Para kazandırmıyor diye sevdiğin bir kimseden, uğraştan, yeteneğinden, seni mutlu eden bir eylemden vazgeçer misin? Dedim.
Sevgi mesela, sevmek duygusu, maddi olarak ne kazandırır?
Aşk veya, sırf deli gibi aşıksın diye cebin mi dolar? Yoksa kalbin mi doyar?
Sevgisiz, yani isteksiz yaptığın bir işin, oluşun hayrını gördün mü hiç?
Sen açlıktan ölüyorken, yaşlı annen, benekli, damarları belirgin titrek elleriyle sana yemek hazırlarken..
74 yaşında olmasına rağmen, gayet sağlıklı bir şekilde hayatta ve dimdik ayakta olması mı daha mutlu eder seni; yoksa az sonra lezzetli yemeğiyle karnının doyacağı mı?
Nesnellikle mi tatmin olursun manevilikle mi? Meselenin aslı bu..
Sonra başka bir dönem.
Konforlu bir otelin havuz başında şu satırları yazarsın..
Onu görmek, özlemini gidermek gayesiyle. Cebindeki son üç kuruş parayla, denizaşırı çok uzun yolculukların sonunda..
Gittiğin o yerde, Ege’de, imkanların kısıtlı oluşundan, en ucuz oteli bulacağım diye. Sabaha kadar, zırnık yorgunluk hissetmeden, küçük bir tatil kasabasını avare bir ruhla, dolaşıp şafak sökünceye.
Sabah gün doğduğunda, kendini, kumların üzerinde uyuyup kalmış bulduğunda. Çok kötü, yarım yamalak uykunun sebep olduğu sersemliğe rağmen.
Burada, onun yaşadığı bu sahil kasabasında, sırf onu görme ihtimalinin artık çok daha büyük bir ihtimal olduğu aklına geldiğinde..
Çapaklı kan kırmızı yorgun gözler, yanakta minik kum taneleri ve ağız kenarında salya iziyle. Açlıktan karnının ziller trampetler çalıyor olduğuna aldırmaksızın..
Senin, kasabasında olduğunu dahi bilmeyen, bilse de pek umursamayacak biri için.
Sırf onu görebilme ihtimalinin çok daha yüksek oluşundan kaynaklı. Yabancısı olduğun bu kasabanın, bu tanıdık gelmeyen ve yalnız hissettiren köhne balıkçı sahilinde, kendini, sebebi belli belirsiz gülümserken buldun mu hiç?
Sonra, bir başka bir dönemde sevgi ve dostluk için..
Kıbrıs’tan Anadolu’ya uçup. Buhranlı, nemli ve sıcak bir Adana gecesinde, seni hayatlarında ilk defa görmüş akrabalarının damında uyuduktan sonra.
Öğlenin cehennemi sıcağında, diz üstü bir şortla otobüse binip. Çok uzun sürecek yolculukta, rezil, kesir küsür uykularla yol alırken.
Yolculuğun onuncu saatinde, otobüste, açıkta olan bacakların donmak üzereyken. Sabaha karşı, uyku ihtiyacı seni en derininden bitkin ve tuhaf hissettiriyorken.
Kızıl gün doğumu ışığı gözlerini tarumar ederken. Buğulu camın ardındaki, kavlak, bomboş, ama kısa bodur yeşillikle örtülü dağ kıraçlarının hangi coğrafyayı çağrıştırdığını düşünürken.
Ve sabahın o saatinde, belki de yüzlerce kazı, evet bildiğimiz kaz sürüsünü yamaca doğru süren o yaşlı teyzenin. O teprlere nasıl tırmandığını bir türlü akıl edemediğim sırada.
Elindeki limon kolonyasıyla “Günaydın efendim. Kars’a hoş geldiniz” diyen. Zayıf ince suratlı ve asker traşlı.
Gülümserken otuz ikisi birden tam tekmil görünen, dişlerinin ve gözlerinin iriliğini tuhaf bulduğum anda ve bu uzun yolculukta takatimi yitirmek üzereyken, muavinin zindeliğine şaşa kaldığım esnada.
Temmuz ayının ortasında, üşümekten donmak üzere olduğumu söylemem gereken yerde. Ağız dolusu sırıtan muavin gence, sevgiyle gülümsediğim o an var ya?!
İşte o ağız dolusu umursamaz gülümseme Türkiye’nin en doğu uç noktası Kars’a neden geldiğimi hatırlattı bana..
Sahi ne işim vardı 2003 Temmuz’unda Kars’ta
Kıbrıs’tan Kars’a havadan ve karadan tam 1300 km. Yol tepmemin nedeni:
Kıbrıs’ta başlayan dostluğun İstanbul Müjdat Gezen Sanat Merkezindeki eğitime kadar uzanması.
Ve mezuniyet sonrası, muhabbet ederken. Askere gidiyorum, dedikten sonra. “Askerde ziyaretime gelirsin değil mi?” dediğinde, tabii ki gelirim dedikten sonra. Şırnak’ta da yapsam gelir misin?” diyen İstanbullu dostumun askerlik görevinin düştüğü Kars’taydım işte.
Şırnak’a razıydım oysa. Çünkü orası Kıbrıs’a daha yakıdı.
Ve dostumun askerlik yaptığı bölüğü bulup. Son görüşmemizin üzerinden yaklaşık bir yıl sonra. Beni nizamiyede gördüğü anda gözlerindeki o derin ve şaşkın mutluluğu anlatmaya edebi kabiliyetim yetersiz ve kifayetsiz kalır doğrusu.
Ne demişti bana işgüzarın biri “Madem sağlam bir getirisi yok, neden yazıyorsun ki?”
1992 yılından bu güne yazılı basında. Bilfiil 12 yıl radyoda, mikrofon başında. Ortalama on yıldan fazla kamera karşısında, asgari ücretten de az bir paraya. Sırf memleket sevdasına, karış karış her bir köy, mezra ve ovayı kayıt altına almak, her anı ve duyguyu anlatmak suretiyle.
Bazen aç susuz, yetersiz teknik imkanlar ve güvensiz ulaşım araçlarıyla çekim için düştüğümüz yollar..
onca kayıt, onca söyleşi, diyalog, mizansen..
Artık aramızda olmayan o değerli Kıbrıs insanının bana kattığı mana hangi ederle, hangi maddi kazançla ölçüştürülebilir ki bugün?
Hangi parayla satın alınır o güzellikler?
Kıbrıs’ımın unutulmuş insanlarını, savaş, kayıp ve yokluk acılarını. O insanların duygu, acı ve varlığını uydu aracılıyla dünyaya göstermek.
Bir restoranın olmadığı ve herhangi bir gıda satan bir nokta olmayan köylerde. Açlıktan midemize kramp girmek üzereyken.
En masum samimiyetiyle bize sofrasını açmış, göçüp gitmiş o insanlar…
Sorduğum bir soruya veya ettiğim bir lafa karşın kahkaha atan, ağzında sadece üç beş dişi kalmış, bugün çok uzaklara uçmuş o yaşlı teyzenin, o mutluluğu, neşesi ve keyfinden aldığım haz hangi değerle ölçülebilir sence?
Ve sen beni bu noktaya kadar okumaya zahmet edebilmiş okur. Hangi güzellik şu okuduğun duygulu satırlardan aldığın hissi hazdan daha değerlidir sence?
Ve sen, bana “Madem para kazandırmıyor? Neden yazıyorsun ki” diyen meczup muhterem…
Sana bu anlattıklarım, sonra da yazıp okuyucularımla paylaştığım, bana göre oldukça keyifli satırlarla bezenmiş bu yazının keyfini sen anlamazsın ve aynı hazzı tadamazsın.
Tatsaydın bana o soruyu sormazdın.
Bazı tatlar vardır ki, servet harcasan hazzının tadına varamazsın.
Paranın dini imanı, ağlamanın bir dili, gülmenin lisanı yok. Hangi milletten ve dinden kim ağlasa hisseder üzülürsün. Kim gülse anlar gülersin. Hıçkırığın bir lisanı, kahkahanın özerk bir dili yok..
Boşver sen bunu da anlamazsın..
Bu beleşe yazılar, dilsiz duygular, lisansız kahkahalar.
Sen sadece paranın dilinden anlarsın. Fakat, bu lugatsız hissiyatı paranla satın alamazsın.