Çaresi yok, nereye gidersen git, kırılmış kalbin, kandırılmış ruhun, incitilmiş kalbin, aldatılmış bedenin seninle gelir.
Ait olduğun evi, coğrafyayı, memleketi terk ederek kendinden, kaderinden ve kederinden kaçamazsın.
Nerde yaşarsan yaşa, kendini yaşar ve yaşatırsın.
Şakaklarına aklar düşmüş kafanın içinde ne kadar hazımsızlık, endişe, usanmışlık ve yabancılaşma varsa gittiğin yere senle gelir.
Vardığın yer çok geçmez sana benzer.
Gittikçe. Git gide. Gittiğin yerde de hep yeniden gitmek, başka bir yere taşınmak takıntısına tutulursun. Nereye gideceğini, kime gideceğini bilmeden hem de..
Gidince, uzaklaşınca evinden, mahalledinden; çıkınca memleketinden hayatındaki ve kafanın içindeki kötü gidişattan, sıkıntı veren, saplantılı, inatla tekrarlayan kötü düşüncelerden ve maddi manevi darlıktan kurtulabileceğin yanılgısına kapılırsın.
Veya, üç günlük giysiyi ancak tıkıştırabileceğin bir sırt çantasıyla, ya da öylesine eli boş, kollarını sallaya savura uzaklaşarak yerli yanancılaşma ve yalnızlıktan, yabancı kimsesizliklerde kendine gelmeyi ferahlamayı umarsın.
Ama en sonunda yanıldığını anlarsın!
Yanı başımızdakini, uzansak sarılabileceğimizi değil. Hayalini kurup özleminden bitap düşürecek olanları, uzaktan sevmeyi sevdik hep.
Daha çok ve illa ki yaşadığıdımız mahalleden, köyden şehirden ve hatta coğrafyadan uzak diyarlardan birine kapılırdı gönlümüz.
Kurtuluşumuzu uzaklarda arardık!
Kasten ve resmen başkaları tarafından çarpıştırılıyorduk. Kurtuluşun ve varoluşun, birbirimizi sevmekten, değerli kılmaktan geçtiği hususi olarak akıl izanımızdan sidiriliyordu.
Ötekileştirerek, siyasi partilere bölünerek, kökencilik yaparak, savaşarak enerjimizi heder etmeye kurgulandırılıyorduk.
Gözlerimiz hep ufukta kurtarıcı bekledik. Uzaktan gelenleri severdi gönlümüz. Kalmak için değil, neyimiz varsa bizden alıp gitmek üzere gelenlere bağlanırdık..
Sonra giderdi, gitmek için gelen. Arkasında bıraktığı kocaman boşlukta, viranede, deprem yerinde, acıya, şiire mayalanır, darmadağın tarumar halde boğula yazılırdık.
Devasa Ercan terminali tabutumuz olur. Hayatın sonuna mı gelmiş olurduk, kefendemiydik. Bu noktadan itibaren hayat sıfırdan mı başlayacaktı, kundakta bebek miydik, keyiflenmeli miydik? Bilemezdik!!
Mesarya Ovası ateşinin yaz harı daha bir yükselir. Beşparmak dağları nanik çeker, Akdeniz, dalgasıyla, halimizle dalga geçer, gülerdi.
Her yalancı aşkla kandırılışımızda. Doğup büyüdüğün o Mesarya köyü yabancılaşır. Gençliğini harcadığın Lefkoşa gözünde kimsesizleşirdi.
Bir yanda elçilik, tam karşıdında devletçilik oynayan mecliscik, seni kimsesizliğinde kötü kaderine terk ederdi!
Nereye gidersen git öksüzlük duygusu, kime sığınırsan sığın yetimlik acısından kurtulamazdı yüreğimiz.
Ve kime sarılırsan sarıl bir boşluk, eksiklik, tamamlanmamışlık, yetersizlik duygusuna teslim olurdu yaşam.
Ayrılığın suçlusuymuş gibi anamıza küser, vatanımıza sırt döner, kardeşlerimizle kavga eder, babalarımıza dikleşir kafa tutardık.
Ondan başka kimi sevmeye yeltenirsen yelten, şizofrenik bir ruh hastalığına kapılmışçasına, karşına çıkan her insanda çekip gidenden bir parça, bir benzerlik arayadurmak!!!
Kimden hoşlanırsan hoşlan, onun boyu, teni, gözleri, kokusu, sesi, karakteri, mimikleri, jestleri, bakışı…
Bitmiyordu işte, geçmiyordu adanmış aldanmışlığın sevda hastalığı..
Kime sarılsan, kime güvensen, iç dünyanı ve maddiyatını sömürerek çekip giden sömürgeciye dönüşüyordu.
Yaşadığın coğrafyanın siyasi karakteri ve kötü kaderi yaşadığın ilişkilere de sirayet ediyordu.
Ve böylece, zaman geçtikçe bu yarım kalmışlık duygusu. Sevgi eksikliği ve sevgili yoksunluğu anarşist bir role hazırlıyordu bizi.
Tanrıya olan inancımızı zayıflatıyor, hükumetlere karşı güvenimizi sarsıyor ve hatta, haşa, devletin gücüyle savaşmamız gerektiği saçma saplantısına gark ediyordu zihnimizi.
Yakın çevremiz ve dostlarımız delirdiğimizi sanıyor. Biz tam aksine akıllandığımız ve salaklık uykusundan uyandığımız iddiasında diretiyorduk.
Ve zaman geçti gitti…
Aşkımızı öksüz bırakıp, çekip gidenler bir daha geri dönmedi. Dönenlerse ardlarında adada bıraktıklarını eskisi gibi bulamadı.
Anarşist karakterinden ödün verenler sermayeci yandaşı oldu.
Aşktan ümidini kesenler ırkçı sosyalistlere dönüştü.
Komünizme gönül verenler gemisini kurtaran kaptanın miçoluğuna soyundu.
Emperyalizm karşıtı solcular Avrupa Birliği bayrağına sarıldı.
Benim gibi aşka amade candaşlık edenlerse divane şairlere dönüştü…
Gençlik enerjisi ve aşk güç kaybettikçe..
Vatan türküleri eşliğinde İsrail şirketlerine vatan toprağı satanlara kaldı meydan..
Öğleyin, Cuma namazına müteakip.
Bol mezeli, pahalı, tıksırıncaya kadar yiyip içenlerin meyhane masalarınsa anlattığı milli kahramanlık masallarına bırakıldı zaman..
Kıbrıs’ta sözde milliyetçiler ziynet zimmeti derdine, güya solcular da gıybet ve ihanet peşinde zaman öğütmekte…
İşte tüm bu hayal kırıklığı cümbüşünde.. hayat boyu tek ihtiyaç duyacağın ne kaldı ki geriye?
Sen yine de gitme bir yere!
Barınmak için bir çadır, üzerinde uyumak için kamp pet, gölgesi için şemsiye ve yiyecek muhafaza etmek için beslenme termosu yeter bize.
Ücretsiz deniz kıyısı, kum, serin hava, ay aydınlığı, deniz kokusu ve dalga sesi bedavalığı bu sefere.