6 Şubat depremi sadece Türkiye’nin değil, tüm insanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biridir ve çocukluğumuzda yaşadığımız savaşı saymazsak, muhtemelen bizim neslin yaşadığı en büyük travmadır.
Ancak bir fark vardır, bu felaket, tıpkı ülkeyi ve milleti ezip geçen diğer depremler gibi geliyorum diye bağıra bağıra geldi ve saniyeler içinde öylesine korkunç ve tarifsiz bir katliamla sonuçlandı ki, insanlık tarihinde eşi benzeri zor bulunur, 2. Dünya Savaşı sırasında Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombaları bile böylesine dehşetli bir tahribat yapmadı, yapamadı…
Bu felaketin yüreklerimize, ruhlarımıza vurduğu darbe, sebep olduğu travma da tarifsiz derecede ağır oldu…
Devlet yetkililerinin yaptığı açıklamalara baktığınızda, yıkılan binaların tümü ya kaçak yapılar ya da, kaçak olmasa bile, devlette ilgili mercilere sunulan projelere uyulmadan; yasalar, bilimsel kurallar, şartlar ve gerekler göz ardı edilerek, keyfe göre yapılmış, denetleme aşamasında da, başta belediyeler olmak üzere, ilgili kamu kurum ve kuruluşları tarafından her türlü sahtekarlıkla yapılmasına göz yumulmuş, veya kuralına uygun yapılsa bile sonradan kolon kesme gibi zırdelice yöntemlerle köreltilmiş yapılar, bir diğer deyişle, toplu katliam binaları…
35’i Kıbrıslı Türk, tam 72 insan evladının can verdiği, adına İsias denen ahlaksızlık, sahtekarlık abidesi otel müsveddesi de tam da bu yapılardan biri…
Bu bina müsveddesi yapılırken en ufak bir şekilde bilimsel ve yasal şarta uyulmamış, inşa edenler her zerresinde, sırf rant uğruna kafalarına göre akıllarına esen sahtekarlığı yapmış, en adisinden ve her şekilde eğreti malzeme kullanmış, denetleme aşamasında da belediyenin ve kamunun ilgili birimleri bu sahtekarlığa göz yummuş!
Yetmemiş, hem giriş katındaki kolonlar kesilmiş, hem de binanın tepetaklak gelerek yıkıldığı tarafa doğru, binanın yan ve arka kısmında araba park yeri açmak için zemin katındaki kolonlar kesilmiş…
Binanın dış ve iç cephelerinden depremden önce çekilen fotoğraflarda binanın taşıyıcı unsurları üzerinde yapılan bu zırdelice tahribat gayet açık ve net şekilde görülüyor, sonradan ince bir duvarla kesilen kolonlar görülmesin diye müdahale yapılmış, orası kapatılmış, ama binanın belkemiği çoktan kırılmış!
Yetmemiş, bir de içerde akıl almaz bir tahribat yapılmış, bina müsveddesi otele çevrilirken de taşıyıcı unsurlar olan kolonlar ve kirişler atık su tahliye boruları ve elektrik hatları geçirilmek için delik deşik edilmiş, uydurma bir asansör montajı için tahribat yapılmış, giriş katta kolonlar kesilerek asma kat yapılmış, üstüne üstlük, bir de kaçak kat çıkılmış, yine yetmemiş, bir de dıştan giydirme yapılarak bina müsveddesinin yükü iyice artırılmış, artık kendiliğinden yıkılması an meselesi haline gelmiş, öyle ki, depremin daha ilk dokunuşunda en ufak bir direnç bile gösteremeden, saniyeler içinde tepetaklak gelmiş…
Deprem olmasaydı da özellikle kolonların kesildiği taraftan duvarlarının herhangi bir yerine sadece 20 kilometre hızda giden bir araba çarpsaydı, bina müsveddesi yine yıkılacak durumdaydı…
Olay bu kadar açık ve netken, mahkeme önce Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden bilirkişi raporu istemiş, bu rapor güya yeterli olmamış, katiller çetesi bu rapora itiraz etmiş, mahkeme de devletin teknik bir üniversitesinin verdiği bilirkişi raporuna yeterince itibar göstermemiş, kısacası, devletin bir üniversitesinin adalet için sağladığı bilimsel verilere itibar edilmemiş ve KTÜ’nün ortaya koyduğu bilimsel güvenirlik madara edilmiş, madem itiraz var başka bir rapor daha isteyelim denmiş, bir rapor da Gazi Üniversitesi’nden istenmiş, oradan da adrese teslim, tam anlamıyla ısmarlama, kamudaki sorumlu katilleri aklayan bir rapor gelmiş ve raporu hazırlayanlar kendi kendilerini rezil etmiş, bu kez mağdurlar ve katiller çetesi tarafı rapora karşılıklı olarak itiraz etmiş, mahkeme yine raporu rafa kaldırıp, üçüncü bir üniversiteden yeni bir bilirkişi raporu istemeye karar vermiş!
Ama mahkeme, rafa kaldırdığı, itibar etmediği, yerine başka bilirkişi raporu talep ettiği ucube bir raporu dikkate alarak, katiller çetesinden biri otel sahibi, öteki yapımdan sorumlu iki şahısı tutuksuz yargılanmak üzere kaşla göz arasında serbest bırakmış, hem de tam da seçim üstü, ne tesadüf!
Rapora itiraz var diye hem itibar etmeyeceksin, hem de o rapora dayanarak, biri mal sahibi öteki yapımdan sorumlu katillerden ikisini kaşla göz arasında tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakacaksın, ve bu ucube uygulamaya, bu adalet katliamına ne savcılık, ne de bizim devlet kanadını temsilen iktidar ve muhalefet temsilcileri yüksek sesle itiraz etmeyecek, sadece evlatlarını kaybeden aileler isyan edecek!
Hiç kimse kusura bakmasın ama dünyanın hiçbir yerinde mükemmel bir adalet sistemi yoktur, olsa olsa mükemmele yakın adalet sistemleri vardır, ama çoğu yerde adalet kendi kendisiyle bile çelişen, kendi kendisini bile katleden, enkaz altında bırakan uygulamalara sahiptir, ve ne yazık ki, 6 Şubat felaketinin de doğrudan sorumlularından biridir!
Eğer geçmiş felaketlerde esas sorumlu katiller adalet sistemi tarafından çatır çatır hak ettikleri cezalara mahkum edilseydiler, bugün bu felaket de yaşanmazdı, yaşansa da, en azından bu boyutta olmazdı.
Ha, adalet sistemi olarak diyebilirsiniz ki, madem ilk ikisi yeterli olmadı, üçüncü rapor da gelsin de duruma göre bakalım!
Yok canım, 72 canın sırf rant uğruna, bile bile, göz göre göre, vicdansızca ve acımasızca katledildiği bir konuda adalet işi o kadar da basit değil!
Güvenilir bir bilirkişi raporu için kapı kapı üniversiteleri dolaşacağınıza, o olmadı bu olsun, bu olmadı şu olsun, şu olmadı hadi bu olsun diye aranacağınıza, aranırken de bilimsel güvenirliğe gölge üzerine gölge düşüreceğinize, ve keza bu gölgenin de adaletin vereceği kararlar üzerine de bir gölge olarak düşeceğini bile bile, ta en başından hem ulusal hem de uluslar arası itibarı olan, kimsenin kolay kolay itiraz edemeyeceği ODTÜ, İTÜ gibi teknik bir üniversiteden niye bir bilirkişi raporu talep etmediniz kardeşim!
Neticede ise, mahkeme olarak senin bile güvenmediğin bir “bilir de bilmemezliğe gelir kişi” raporuna dayaranak, sorumlularının, sebeplerinin, kısacası her şeyinin ayan beyan ortada olduğu bir katliam söz konusuyken, doğrudan sorumlu katillerin ikisini tutuksuz yargılamak için karar alacaksın, sokağa salacaksın, mağdurların acılarına acı katacaksın!
Sonra da, hadi bir bilirkişi raporu daha isteyelim, bakalım ne diyecekler, diyeceksin ve insanların, özellikle de mağdurların adalet sistemine güvenmesini bekleyeceksin!
Nerde var öyle bir dünya, varsa bize de söyleyin, bilelim!
Adaletin iki türlüsü vardır, biri insanın kendi vicdanındaki vicdani adalettir, öteki de yazılı hukuk yasalarına dayalı devlet adaletidir, insan yapısı olduğu için de adına insani adalet de diyebiliriz…
Gelinen noktada, süreç öyle bir şekilde işledi ki, sadece insanlık değil, hem vicdani hem de insani adalet enkaz altında kaldı!
Sadece 6 Şubat felaketinde değil, ta 1999 Gölcük depreminden beri durum öyle bir hale geldi ki, önce insanlık her türlü ahlaksızlık, sahtekarlıkla ve vicdansızlıkla katledildi, sonra bilime güven katledildi, sonra da adalete güven katledildi, mağdurların acılarına acı katıldı, bu tarifsiz katliamlardan ve kötülüklerden doğrudan sorumlu katillerin ekmeğine ise yağ üstüne yağ sürüldü, bu tarifsiz dehşetteki katliamların doğrudan sorumlusu katiller lehine haksızlıktan hak payı çıkarıldı!
Durum öyle bir hale geldi ki, mağdurlar adalete ve bilime güvenemez hale geldi, mağdurların mağduriyeti ve azabı her geçen an daha da arttı; adalet sistemi ise bilime güvenmeyen, bilimin güvenirliğine itibar etmeyen bir pozisyona büründü; katiller çetesi de, beklendiği üzere, işlerine gelmediği için, hem adalete hem de bilime çamur atarak, mağdurların acısına da acı katan tavırlara bürünerek, 72 insan evladının katilleri sanki kendileri değilmiş gibi, faili değil, mağduru oynamaya başladı, kendi sebep oldukları haksızlıktan kendilerine hak payı çıkarmaya başladı…
Öyle ki, katiller çetesi ve temsilcileri, sırf adalet sisteminin kendilerine tanıdığı fırsatlardan dolayı, 72 insan evladının katliamından doğrudan sorumlu olmalarına rağmen, aynı anda hem kel hem fodul, hem suçlu hem güçlü, hem yüzsüz hem terbiyesiz, hem ahlaksız hem sahtekar olabilmeyi marifet sayan bir savunma pozisyonuna geçtiler, ki kendilerinden daha iyisini beklemek de ölü gözünden yaş beklemekten farksız olurdu…
Bir kez daha gördük ki, adalete saygısı olanlar sadece ve sadece kendi vicdani adaleti olan, devletin adaletine ve yasalarına da uyan ve güvenen, ama günün sonunda da adalet ve günah korkusu olmayan ahlaksızlar tarafından acımasızca ve ölümüne mağdur edilen masum insanlardır ve adalet sistemi de sadece ve sadece mağdurları korur gibi yapmaktadır, ancak ta 1999’dan beri yaşananlara bakıldığında, ödül gibi cezalarla korunanlar sadece faillerdir, mağdurlar mağduriyetleriyle kalakalmaktadırlar.
Diğer taraftan, bütün bu rezillikler, kepazelikler dünyanın gözü önünde yaşanırken, insan ister istemez şu soruyu soruyor; Bu nasıl bir adalet anlayışı, nasıl bir adalet uygulamasıdır ki suçluların suçu sabitken ve yedikleri haltın neticesi de ortadayken bunca garabetliğe izin veriliyor ve suçlular mağdur ettiklerini daha da mağdur etme cesaretine sahip olabiliyor!
Her suçlunun kendisini savunma hakkı olabilir, ancak bu hak, mağdur ettiği insanların mağduriyetine mağduriyet katacak boyutta olmamalıdır, eğer olursa, adalet sisteminde bir yanlışlık, daha da ötesi, bir yozlaşmışlık vardır demektir…
Katillerin suçu sabit, yedikleri haltın neticesi de ortada, hiçbir makul sebep de sunamıyorlar, zaten sunabilecekleri hafifletici bir sebep de yok, ama uzatıldıkça uzatılan adalet sürecinde katiller tarafından öyle bir hava yaratıldı ki, sanki 72 insan evladını katledenler hiçbir suçu olmayan masum melekler, evlatlarını, ailelerini kaybeden mağdurlar da işin abartısına kaçan, yüzsüzlük yapan fırsatçılar!
Ve her şeyden önemlisi, bütün bu rezaletler dünyanın gözü önünde cereyan ederken, mağdur tarafta olan bizim hükümet yetkilileri ve muhalefet sadece laf olsun diye “adalete güveniyoruz” demekle işi geçiştiriyor, ağızlarını bir sağlam açıp da “yeter bu kadar komedi, 72 insan evladını tarifsiz bir kötülükle, tarifsiz bir ahlaksızlık ve sahtekarlıkla, bile bile katlettiniz, cezanız da suçunuz oranında olmalıdır, hiçbir insani ceza sizin gibi katillere yeterli olamaz ama mümkün olan en ağır ceza neyse cezanız da o olacak, dört duvar arasında çürüyeceksiniz, en azından alacağınız ceza öylesine ibretlik olsun ki bir daha da sizin gibi ahlaksız, sahtekar katiller böylesi sahtekarlıklara cesaret edemesinler, göz göre göre insan evlatlarını katledemesinler, herkes ayağını ona göre denk alsın” demiyor!
Lafta tüm taraflar adalet güveniyoruz diyorlar, ama işin aslı hiç de öyle değil, kimsenin adalete güvendiği filan yok, çünkü ta en başından beri yapılan uygulamalara bakıldığında, adalete güvenilecek bir durum da yok!
Adalet güvenilecek bir durumda olsaydı, adalet sistemi ahlaksızları, sahtekarları caydıracak bir duruş sergileseydi, genelde ta 1999 Gölcük depreminden beri ahlaksızlar, sahtekarlar, vicdansızlar cezalardan o kadar kolayca kurtulup, sonrasında da bu kadar korkusuzca türemezdi, bu kadar çarık çürük, sahtekarlık abidesi bina dikilmezdi, özde ise İsias katliamında suçu sabit olan failler tam da seçim öncesi, mahkemenin kendisinin bile itibar etmeyip başka bilirkişi raporu istediği bir rapora dayanarak, yine mahkeme tarafından sessiz sedasız sokağa salınmazdı, mahkeme kendi kendisiyle bu kadar aleni şekilde çelişkiye düşmezdi, günün sonunda itibar etmediği raporu bir köşeye atarken ve başka bilirkişi raporu talep ederken, sokağa saldığı failleri de madem rapora siz de itiraz ediyorsunuz diyerek, geri hapse gönderirdi, tutuklu yargılardı…
Ta en başından beri, her şey ayan beyan ortadayken, sayısız toplu katliama sebebiyet veren sahtekarlıklar bile bile, isteye isteye, rant elde etmek için kasten yapılmasına rağmen katiller çetesine “bilinçli taksirle ölüme sebebiyet verme” suçlaması getirildiği andan itibaren adaletin filmi zaten kopmuştu!
Katil silahın ateş alacağını bile bile, çıkan merminin ölüme sebebiyet vereceğini bile bile, tetiği çekip silahı ateşliyor, sonuç bir katliam oluyor, ama sonuçta katil diyor ki “Ben aslında böyle olmasını istememiştim!”
Adalet sistemi de mağduru değil, düpedüz katili koruyarak, “eylemi yaparken fail neticeyi öngörmüş, ama neticenin böyle olmasını aslında istememiş efendim” diyor ve mağduru değil, fail katili koruyan bir pozisyona geçiyor ve işin kötüsü, o doğrultuda da kararlar alıyor!
Neticenin ne olacağı bilinmesine rağmen o neticenin olmasını istemiyorsan, o eylemi yapmayacaksın kardeşim!…Yaparsan sonucunu da bal gibi biliyorsun ve kabulleniyorsun demektir!
Adalet sistemi de failin suçunu hafifletmek için “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın…” diye bahane uyduracağına, mağduru korumak için failin yediği haltı yumuşatma yoluna gitmemeli, kendi çıkarına uygun şekilde kasten ve bile isteye yaptığı fiilin bedelini kendisine çatır çatır ödetmelidir, mağdurun mağduriyetinin hesabını sormalıdır, bütün sorumluluklarına ve kötülüklerine karşın katili veya faili işi yumuşatıp da nasıl mağdur pozisyonuna getirebilirim derdine düşmemelidir!
Fail, öngördüğü neticeyi istemiyorsa, o fiili işlemeyecek kardeşim!…İşliyorsa, o neticeyi bile isteye işliyor ve sonucunu da kabulleniyor demektir, bu kadar basit!
Dahası, adalet temsilcileri “napalım, elimizdeki yasalar bunlar, ona göre davranıyoruz” bahanesinin de ardına saklanmamalıdır, mevcut yasalarda faillerin suçunu en ağır şekilde cezalandıracak maddeler de apaçık vardır, yeter ki uygulayacak irade olsun…
TCK’da; Kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi, Madde 83, diye bir madde vardır ve bu madde özetle, YASAL VE İCRAİ SORUMLULUKLARINI, YÜKÜMLÜLÜKLERİNİ YERİNE GETİRMEYİP DE ÖLÜME SEBEBİYET VERMESİ DURUMUNDA failin temel ceza olarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılabileceğini net şekilde ortaya koymaktadır.
İsias katliamında, ve keza diğer katliamlarda, mal sahipler, inşaattan sorumlu olanlar ve kamuda denetlemeden sorumlu olanlar aleni şekilde yasal sorumluluklarını yerine getirmeyerek, tarifsiz bir katliama sebebiyet vermişlerdir.
Çevresinde yasal ve bilimsel mevzuata uygun yapılan binalar ayakta dururken, İsias denen ucube saniyeler içinde yerle bir olmuş ve 72 can, o bina ucubesi yapılırken göz göre göre, bile isteye, sırf rant için yapılan sahtekarlıklar yüzünden, hiçbir yaşam şansı tanınmadan, katledilmiştir.
Bu sonuç, hiçbir kanıta bile ihtiyaç duyulmadan, apaçık ortada durmaktadır.
Hal buyken, bilinçli taksirle ölüme sebebiyet verme, yani “failler neticeyi biliyorlarmış, bile bile yapacaklarını yine yapıyorlarmış ama neticenin olmasını da aslında istemiyorlarmış” gibi hukuki varsayımlar değil itibar edilecek ve yargılamada temel alınacak bir hukuk iddiası, olsa olsa bir zırva olur!
Adalet sistemi faili koruyan varsayımlar üzerine kurulamaz, kurgulanamaz, eğer öyle yapılırsa, o zaman devletin adaletinde bir anormallik vardır demektir…
Yeryüzünde böyle bir saçmalığı hiçbir yasada veya adalet sisteminde göremezsiniz, yoktur böyle bir şey, olamaz da, çünkü çağdaş dünyada, insan haklarının ön planda olduğu devlet sistemlerinde, adalet mağdurun sığınabileceği ve hakkını arayabileceği, failin ise korkacağı ve cezasını bulacağı tek ve son limandır, o limanda esas olarak mağdurun hakkı korunur, failin hakkı diye bir şey de yoktur!
Ancak, TCK’da, hangi akla hizmettir bilinmez, yerleştirilen bazı maddelerle, failler cezalandırılıcağına, ceza gibi ödüllerle mükafatlandırılmakta ve azdırılmaktadırlar.
Neticede, bu akıl almaz tavır ve uygulama sadece İsias’ta bir katliam yaşanmasına değil, birçok yerde yüzbinlerce canın katledilmesine neden oldu ve derhal düzeltilmezse, sahtekarları, ahlaksızları, katilleri azdıran bu uygulama ve yaklaşım devam ettirilirse, bu katliamlar olmaya devam edecektir ve eninde sonunda, uygulayıcıları ve sevdiklerini de can evlerinden vuracaktır, bunun hiç kaçarı koçarı da yoktur…
Çünkü ahlağın, vicdanın, insanlığın öldüğü, öldürüldüğü yerde, hiçbir adalet sistemi ayakta kalamaz, o da ahlakla, vicdanla, insanlıkla birlikte ölür…
Ta 1999’dan beri, mevcut yasalara göre, katledilen mağduru değil, katleden katili, faili kollayan bir adalet komedisi yaşanıyor, katledilenler katledildikleriyle kalıyor, milyonlarca insan bilmeden bu ahlaksız katillerin yaptığı binalara giriyor, evim diye girdikleri binalar mezarlarına dönüşüyor!
Yüzbinlerce can böyle katledildi, devlet ve millet yüzlerce milyar dolarlık, hatta trilyon dolarlık zararlara böyle uğratıldı!
Niye? Yukarda bahsettiğim sebeplerden dolayı, başka da sebep yok, adalet ve ahlak enkaz altında kaldığı için insanlık da enkaz altında kaldı, başka da açıklaması yok!
Halbuki TCK’da, yukarda örneğini verdiğim 83. Madde gibi, katilin yediği haltın hesabını en ağır şekilde soran maddeler de var, ve ne acıdır ki, bu maddeler bile bile ve muhtemelen de kasten göz ardı ediliyor ve katiller çetesini koruyan, azdıran, şımartan, tam anlamıyla adrese teslim, ısmarlama ceza maddeleri ön plana çıkartılarak, sadece insanlık değil, adalet de katlediliyor, ahlaksız katillere rant yolu açılıyor ve bu ahlaksız katiller yüzünden ülkenin dört bir tarafında doğal afetler olduğunda ortalık can pazarına dönüyor!
Caydırıcı ceza yerine ödül gibi cezalar verilmesiyle, yani adaletin katledilmesiyle, nasılsa hak ettikleri cezaları almıyorlar diye, ahlaksızlar, sahtekarlar, vicdansızlar devleti yönetenlerin bile bile yarattıkları adalet erozyonu sayesinde iyice azdırılıyor, suça teşvik ediliyor, adalet korkusu olmayan, insanlık nedir, ahlak nedir, vicdan nedir bilmeyen, kötülükte sınır tanımayan, üç kuruşluk rantı uğruna insanlığı katletmekte zerre zırnık tereddüt göstermeyen mahlukatlar tarafından ölümcül bir rant düzeni devam ettiriliyor…
İşte bu yüzden de insanlığın, mağdurların sığınacağı tek ve son liman olan adalete hiç kimse güvenemiyor, sadece ve sadece, o da laf ola, güveniyoruz deniyor…
İşte bu noktada, artık herkesin açık yürekli olması ve içinden geçenleri haykırması, yanlışa yanlış demesi zamanıdır, ki aslında o zaman da çoktan geçti ki insanlık hala ahlaksızlar tarafından bu şekilde katledilmeye devam ediyor…
………………….
Gelelim ikinci konuya, ki o da biz Kıbrıslı Türkler için ölümcül derecede hassas bir konu.
Yüz yıldan daha uzun bir süre bu topraklarda varoluş mücadelesi veren Kıbrıs Türkü’nün bugün yaşadığı topraklar, yani KKTC, adım adım yabancılar tarafından işgal ediliyor…
Cebinde parası olan ama o parayı kendi ülkesinde aklayamayacak, açıklayamayacak olan sürüyle ne idüğü belirsiz tip yıllardır ülkemize doluşuyor ve 3 kuruşa alınabilecek toprak veya binaları 30 kuruş verip alıyor…
Diyeceksiniz ki, alan memnun, satan memnun, sana ne oluyor!
Ben de diyeceğim ki, bugün 3 kuruşluk malı otuz kuruşa satıyorsunuz, cebinize rüyanızda görmediğiniz paraları dolduruyorsunuz, altınıza da görgüsüzlüğün daniskasını yapıp, en son model Mercedesleri, jeepleri, BMWleri çekiyorsunuz, kendinizi artisin Allahı sanıyorsunuz, amma ve lakin, yarın o 30 kuruşa sattığınız malı çocuklarınız, torunlarınız değil 30 kuruşa, 300 kuruşa bile alamayacaklar, kendi topraklarında kiracı durumuna düşecekler, sürüm sürüm sürünecekler, kısa yoldan köşeyi dönmek hevesiyle bir köşeye istiflediğiniz sterlinler, dolarlar, eurolar da er ya da geç bitecek, çünkü bu gidişle hazıra dağ dayanmayacak…
Dahası, ülkedeki suç oranlarının patladığının ve genellikle de suça karışanların tümünün yabancı olduğunun da herhalde herkes farkındadır, yani açık kapı politikası uygulayarak ülkemize binbir kılıkta suç ve suçlu ithal ediyoruz, sonra da bunların çıkardığı dertlerle uğraşıyoruz.
Nüfusunu bile bilmediğimiz bu ülkede çok ciddi bir asayiş ve güvenlik sorunu var, hem de çok ciddi boyutta var!
Uyuşturucunun, kara para aklama yöntemlerinin, insan kaçakçılığının, fuhuş amaçlı insan pazarlamanın ve diğer envai tür suçların her türlüsü her an ve her yerde karşımıza çıkıyor, ve bugün geldiğimiz bu kokuşmuş, yozlaşmış rant düzeninden hem iktidar hem de muhalefet doğrudan doğruya sorumludur, hiç kimsenin birbirine suç atma, kendisine haksızlıktan hak payı çıkarma lüksü ve hakkı da yoktur…
Bu kokuşmuşluğun sebebi de, başta CTP olmak üzere, öyle muhalefetin iddia ettiği gibi Kıbrıs sorunu filan değildir, sebep doğrudan doğruya bizim zihniyetimizle, siyasetimizle yozlaşmış olmamızdır, kendi kendimize, sırf rant uğruna, kazdığımız çukura düşmüş olmamızdır!
O çukurdan da bizi kimse çıkarmayacak, aksine, eline fırsat geçiren herkes üzerimize biraz daha ölü toprağı atacaktır, bizi daha beter gömecektir…
Artık kendi kendinizle yüzleşmeye bakın, çünkü tren çoktan kaçtı, en azından, akılsız başın cezasını ayaklar çeker misali, raylardan yürüyerek olsun doğru yolu bulabilelim…